Dâhi Prens’in Ülkeyi Borç Batağından Kurtarma Kılavuzu. (İhanet ne olacak ya?) - C1 Bölüm 1.1
- Home
- Dâhi Prens’in Ülkeyi Borç Batağından Kurtarma Kılavuzu. (İhanet ne olacak ya?)
- C1 Bölüm 1.1 - ADI WEİN SALEMA ARBALEST
Çeviri: MrVeraguth
Özet
Bu zayıf ve küçük ülkenin Prensi yalnızca tek bir şey için çabalıyor. Ülkesini satıp rahat bir emeklilik hayatı sürmek. Ne yazık ki bu yolda en büyük kösteği kendi dehası oluyor. Daha büyük işler başardıkça tebaasından daha fazla saygı ve sempati kazanıyor. Bu da hayalini gerçekleştirmeyi daha da zorlaştırıyor.
1. BÖLÜM: ADI WEİN SALEMA ARBALEST (1. KISIM)
Natra Krallığı’ndaki sarayın taştan koridorlarından iki adam aşağı doğru başları dik, şerefli ve haysiyetli bir tavırla iniyorlardı. Öyle ki yürüyüş tarzları ve endamları dahi zarifti. Uzun zamandan beridir krallığın tebaasından olanlardan da bu beklenirdi.
İki adamdan biri kamu görevlisiydi, diğeri ise subaydı. Nüfuz ve ilgi alanları farklı olsa da aşağı yukarı aynı zamanda görevlerine atanmışlar ve dostluk sınırları içerisinde kalmışlardı. Filhakika, ara sıra sarayda buluşup hararetli bir iki laf dalaşına girdikleri de görülmemiş değildi.
Yalnız bugün koridor şen şakrak konuşmaları ile dolup taşmaktan ziyade, ciddi görünümlerine uyacak bulutlu bir vaziyette teşekkül etmişti.
Bu kasvetin tek bir sebebi vardı.
“Majestelerinin durumu pek iç açıcı görünmüyor.” Dedi kamu görevlisi, duyguyla kalınlaşmış hırıltılı bir sesle.
Subay gözlerini sıkıca kapatarak iç çekti. “Majestelerinin fiziksel durumu göz önüne alındığında, kıtayı talan eden havanın bilhassa sağlığı üzerinde kötü bir etki yaratmış olması gerek.”
“Diğer ülkelerin de kilit yetkililerini kaybetmekten dolayı hengâme içinde olduklarını işittim.”
“Biliyorsun, İmparatorun bile hasta olduğunu söylüyorlar. Bu yüzden, tebaaların sarayları da iblis inleri hâline geldi.”
Kamu görevlisi burnundan sertçe nefes vererek “Tabii. Karizması sayesinde İmparatorluğu birleştirmiş olabilir fakat ışık ne kadar parlak olursa gölgesi de o kadar karanlık olur derler. Hâlen daha bir varis belirlemediklerine bakılırsa bu deyiş de sahihmiş gibi duruyor.
“Bizim krallığımızın da pek bir farkı var denemez. Ancak diğerlerine nazaran biz umudumuzu yitirmedik.” Diyordu ki koridorun sağ köşesinde bir siluet belirmeye başlayınca sesi azalarak kesildi.
Gelenin kim olduğundan emin olur olmaz destur ile yana çekilip eğildiler. Saraydaki pek çok kimse böylesi bir saygıya layık olmadığından bu, nadir bir görüntüydü.
“Hayırlı sabahlar, Prens Wein Hazretleri.” Dediler ikisi de bir ağızdan.
Önlerinde ise bir hizmetlinin eşlik ettiği bir genç duruyordu.
Bu kişi Natra’nın Veliaht Prensi Wein Salema Arbalest’ti.
“Günaydın.” Diye cevapladı.
Henüz on altı yaşında, pek çok kimseye göre genç sayılacak bir yaşta, olmasına rağmen saltanat naibi olarak hasta olan kralın yerine devlet işlerini yönetmesi için atanmıştı.
“Bu suratsız hâliniz de ne? Babam yüzünden mi böylesiniz?”
İkisi hürmetlice Wein’in sualine cevap verdiler.
“Maalesef ki bu cihetle, majesteleri.” Diye onayladı biri.
“En içten özürlerimizi sunarım. Kralımızın hâlinden haberdar olunca…” Dedi diğeri.
“Anlıyorum.” Diye mırıldanarak ellerini her ikisinin de omuzlarına dokundurdu Wein. “Daha fazla endişeye mahal yok zira artık ben buradayım.”
İkisi, Prens’in ellerinin altında hafifçe titrediler.
“Ayrıyeten, yalnız da değilim. Babamdan bunca senedir desteğini esirgememiş bir tebaamız var. El ele verirsek her türlü sorunu rahatlıkla aşabileceğimizden eminim.”
“Devletli Prens’imiz…”
“Tabii ki.”
Alelacele kafalarını sallayan ikiliye karşı sakince ve usturupluca tebessüm etti. “Yas tutacak zamanımız yok. Babamı iyileşirken rahatsız etmemeliyiz. Sizden de bu vesile ile daha sıkı çalışmanızı istiyorum.”
“Baş üstüne, majesteleri.” Dediler yüksek bir sesle.
Prens veda edip hizmetlisiyle koridordan ilerlemeye devam ederken ikili, onu gözden kayboluncaya dek arkasından hayret ve hayranlık ile temaşa etti. Sonrasında ise derin bir iç çekip ağızları açık kalarak Prens’e tamamen tutuldular.
“Biliyordum. O bizim umut ışığımız”
“Dediklerine daha fazla katılamazdım. Çocukluğundan beri yetenekli olduğunu işitmiştim ancak İmparatorluktaki eğitiminden sonra çok büyük gelişme gösterdi. Çoktan saraydaki kaosu ve hengâmeyi dizginledi, hatta krallığın tebaasını tekrar bir araya getirme çabalarına başladı bile.”
“Heh, bahse varım ki İmparatorluk bunu duyduğunda kıskançlıktan çatlar.”
“Majestelerinin teşebbüslerine destek olarak İmparatorluğun yarasına tuz basalım.”
“Tabii ki.”
İkili, deminki kasvetli hâllerinden eser yokmuşçasına birbirlerine kafa salladı. Yüreklerinde, Prens’in ellerinde, krallıkları için parlak bir gelecek düşlemeye başlamışlardı bile.
…
Sarayın merkezinde hususi olarak devlet işlerine tahsis edilmiş bir ofis bulunuyordu. Wein ve refakatçisi içeri adımlarını atar atmaz odanın ağır kapıları onları ortaya çıkarmak istercesine sallanarak açıldı. Bu oda normal durumlarda yalnızca kralın kullanımı içindi fakat şu anda içinde bulunulan hâl normalden hayli uzak olduğundan Wein odayı kraliyet işlerini yürütmek için kullanıyordu.
Kağıtlar ve evraklarla dolu bir masanın önüne gelerek yaslandı. “Ninym bugünkü ajandamı gözden geçir.”
Yaveri Wein ile aynı yaşta, neredeyse transparan beyaz saçı ve ateş kırmızısı gözleri ile akla hayale sığmayacak kadar güzel bir kızdı.
“Sabah bu raporlara göz atıp belirtilen sorunları çözüme kavuşturacaksınız. Öğle vakti bir yemeğe ardından ise majesteleri krala ziyarete uğramadan önce bir görüşmeye katılacaksınız.”
“Öyleyse tüm sabah buraya hiç kimse gelmeyecek mi?”
“Evet, gelmeyecek.”
Ah, harika diye kendi kendine kafa salladı Wein. Ardından avazı çıktığı kadar bağırarak
“HEMEN ÜLKEYİ SATIP BURADAN BASIP GİDELİM! El ele vermek mi? Tabii canım, tamamen saçmalık. Bu ülkenin karmaşası öyle kolayca çözülemez. İmkânı yok. Biz. Tamamen. Batmış hâldeyiz.
“Yine başladın.” Dedi Ninym azarlarcasına bir ses tonuyla, ansızın gelen bu feverandan etkilenmemiş bir hâlde. Boğucu, resmî ses tonundan kurtularak “Şaka ya da değil. Bunları avazın çıktığı kadar bağırarak söylememelisin.”
“Şaka yapmıyorum Ninym. Tamamen ciddiyim.”
“Bu daha beter.” Dedi iç çekerek.
İşte Natra Krallığı’nın varisi, herkesi kurtarması beklenen çocuk Wein Salema Arbalest.
Esasında, kendisi hayırsız bir miskindir. Öyle ki en sevmediği kelimeler görev, sorumluluk ve efordu.
“Ah, halkın gözünden uzak olduğun zaman hep böylesin… En azından biraz daha profesyonel olmayı dene, lütfen.” Diye yalvardı Ninym.
Ninym Ralei çocukluğundan beri sürekli Wein’in yanında olmuştu. Yaveri olarak da Prens’in asıl kişiliğini bilme lütfuna erişen ender kişilerden biriydi. Bazıları genç bir kızı, ona denk derecede genç bir Prens’e yaver olarak atamanın sağduyuya karşı geldiğini söylerdi. Hele ki Prens politika ile uğraşıyorken.
Ancak saraydaki kimse gerek onu atayan Prens’i kızdırmanın korkusundan gerekse kızın şahsi başarılarından ve yeteneklerinden mütevellit bunu dile getirmeye cüret edemedi.
Wein onunla gayet sarih konuşabiliyordu zira karşılıklı güven ve iştirak-ı mesaiye dayanan bir ilişki kurmuştular. Ayrıyeten bu, etrafta kimse yokken birbirlerine karşı gaddarcasına açık sözlü hâle gelmelerine sebebiyet veriyordu. Mamafih, Wein’in bu absürt sitemleri dile getirmesinin bir nedeni vardı ki bu neden kendi mizacını ve fıtratını aşıyordu.
“Hı? Hadi be, Bu Bayan Mükemmel tavırları da ne? Ninym bu ülkenin sefalet içinde olduğunun farkındasın, değil mi?
“Sefalet demek iğrak oluyor. Yalnızca sermaye, iş gücü ve kaynak eksikliği çekiyoruz o kadar.”
“Tabii. Herkes buna sefalet diyor.”
Geri dönülecek olursa Natra Krallığı Varno Kıtasındaki pek çok ülkeden biriydi. Beş yüz bin nüfusu ile nispeten küçük sayılabilecek bir ülkeydi.
Kıtanın en kuzey ucunda yer almasından dolayı krallığın baharları kısa, kışları ise uzun oluyordu. Üstüne üstlük, ülkenin arazisinin ekseriyeti çorak topraklar ile dağlardan oluşuyordu.
Her ne kadar köklü tarihi ile kıvanç duysa da krallık, sınırlı kaynaklara hakeza yok denebilecek kadar az bir sanayiye sahipti. Aslında, krallığın meşhur olduğu tek şey bir avuç meraklı turisti kendine çeken karla kaplı manzaralarıydı. Gerçi, sıradan bir yurttaşa kış ayazı bir lütuftan çok bir lanetti.
Natra tarihi bir krallıktı fakat bunun nedeni pek çekici olmayan bir hedef olmasıydı ki diğer ülkeler onu işgal etmek bir kenara, civarına dahi nadiren yaklaşıyorlardı. Tarihin bilge ve sağduyulu kralları sayesinde bugüne kadar muntazam bir ülke biçimini koruyabilmişti.
Neticede, küçük, savunmasız ve her an savrulup gidebilecek potansiyele fazlasıyla sahip bir ülkeydi.
Desek dahi hafif kalır.
“Yönetimimizin sermayesi yok. Sermaye elde edebileceğimiz bir sanayimiz de yok. Başka ülkelerden çalalım desen askeri gücümüz yok. Biraz akla sahip herkes başka yerlerde daha iyi fırsatlar yakalayabilmek için ülkeyi terk ediyor. Şimdi ise babam hasta ve kıtada büyük bir fırtına kopuyor. Ben de bu ülkeyi yönetmekle meşgulüm!”
Tüm bunlar göz önünde bulundurulursa siteminde haksız sayılmazdı. Ülkeyi idare etmek, bir çocuğun omuzlarına yüklemesi ağır bir yüktü. Hele ki ergenliğinin ortalarında olan bir çocuğa.
Yerine geçebilecek pek kimse yoktu.
“Ah, Ne diye bu ülkenin Prens’i olarak doğdum ki? Eğer kaynağı, iş gücü ve sermayesi daha çok olan bir yerde doğmuş olsaydım… Biliyor musun? Bu ülke ümitsiz vaka! Mutlaka işgale uğrayacağız. Kaynaklarımızdan biraz kısabiliriz belki. Ah ama iş gücünü haddinden fazla müdahil edersek bir darbeye sebebiyet veririz. “
“Pekâlâ, bu kadar kasvet ve illet yeter. Al bakalım, elin iş görsün biraz.” Dedi Ninym ve Wein en çılgın hülyalarını sayıklamaya devam ederken büyükçe bir evrak yığınını önüne koydu.
“Ah” Diye bezmişçesine bir ses tonuyla evraklara hızlıca göz gezdirir gezdirmez “İyi görünüyor. Sıradaki.” Dedi Wein.
“Düzgünce okudun mu?”
“Evet, evet. Her sözcüğü okuyorum. Yazana göre kilo almışsın ve… Ah! Seni! Pek tabii eminim ki Prens’in ayağına basmak uygunsuz bir davranış.”
“Sana uygun bir şekilde saygı göstermemi istiyorsan işini ciddiye al. Ayrıca, kilo da almadım. Teşekkürler.”
“Neee?” Bak şimdi bu olmadı Ninym. Hem de hiç olmadı. Ciddi ciddi adımlarının daha ağır hissettirdiğini anlamayacağımı mı zannettin? Bedeninin zar zor değiştiğini biliyorum fakat geçen haftadan bu yana yarım kilodan daha fazla kilo aldığı su götürmez bir gerçek ve… Hey, bırak beni! Bırak diyorum! Kolumu kırı… Ahhhhh!”
“Eklemlerinin daha ne kadar esneyeceğini test etmemi ister misin? Yoksa işini yapacak mısın?
“İş… İşimi yapacağım!”
“Peki, ha bir de kilo falan almadım. Anlaşıldı mı?”
“Evet!” Dedi pes ederek.
Ninym Prens’i adam edip hizaya getirebilecek tek kişiydi.
“Ah! Daha fazla dayanamıyorum. Tek istediğim altın yığınımla baş başa kalıp sana inat rahat ve lüks bir yaşam sürmek. Çok şey mi istiyorum be?”
Wein söylenmeye devam etmek için masasına iyice yayılmıştı ki ofisin kapısından gelen bir tıklama sesi ile kapının ağır bir gıcırtıyla açılması sırasında tamamen doğruldu.
Gelen genç bir kızdı.
“Orada mısın, Wein?”
Ninym ve Wein’den daha genç görünüyordu. Odayı hızlıca geçerken yazlık kıyafeti ve siyah saçları, etrafında dans ediyordu. Şirinliğin ve sevimliliğin tecessümüydü âdeta.
Yüzünün bazı kısımları Wein’inkine çarpıcı derecede benziyordu. Yani bu kadarı da şaşılacak şey değil. Sonuçta, Falanya Elk Arbalest, Wein Salema Arbalest’in kız kardeşinin ta kendisiydi.
Nam-ı diğer Prenses.
“Demek sensin Falanya, nasılsın?” Derken önündeki koca evrak yığınını yeni bitirmişçesine bir eda takındı.”
“Önemli bir şey değil. Yalnızca son zamanlarda çok meşgulsün Wein, bu yüzden konuşmak için pek zamanımız olmadı.” Diye itirafta bulunduktan sonra bir umut ışığı ile parıldayan gözleriyle Wein’e bakarak “Seni rahatsız mı ediyorum?” Dedi.
“Ne demek!” Tebessüm etti Wein. Öyle düşünen bir ağabeye ağabey denir mi hiç? Gel bakayım yanıma.”
Koşup Wein’in kucağına atlayan Falanya’nın yüzüne birdenbire renk gelmişti.
“Falanya gel bakayım yanıma dediğimin farkındayım fakat bu biraz uygunsuz kaçtı.”
“Niye ki? Burası hep benim yerimdi.” Diye gülmeye başlayarak yanaklarını Wein’in göğsüne ufak bir kedi misali sürtmeye başladı.
Wein, ağzının gayriihtiyari bir şekilde büyük, geniş ve ebleh bir sırıtışa doğru yol aldığını fark etti fakat Falanya’nın ona baktığını görünce bu gayriihtiyari dürtüyü dizginledi. Bu esnada Ninym yalnız Wein’in görebileceği bir müsveddenin üstüne kız kardeş kompleksi diye karaladı.
Kes şunu diye Wein de yazıyla karşılık verdi.
Falanya kafasını merak içinde Wein’e doğru çevirdi ve “Yolunda gitmeyen bir şey mi var, Wein? Diye sordu.
“Hayır, hayır bir şey yok. Yalnızca belli birine kıyasla ne kadar hafif olduğunu düşünüyordum.”
“Bak hele, insanların kilolarını kıyaslamak pek kibar bir davranış değil.”
“Haha, haklısın. Özür dilerim.” Dedi Wein gülüp Ninym’e bakarken.
Bittin sen.
Wein bu son cümleyi görmemiş gibi davrandı.
“Çok rahatlardım.” Diye iç çekti Falanya. “Seni meşgul ediyorum diye bana kızacağından çok korkmuştum.”
“….”
“Wein?”
“Şey, evet ya. Durmadan iş başındayım. Öyle değil mi, Ninym?”
“Tabii, hatta majestelerinin gelmesinden hemen önce Wein, ona verilen iş yükünün azlığından dem vuruyordu ki ona daha fazla iş vermem için ısrar ediyordu.”
Ninym fırsatı kaçırmadan, göz açıp kapayıncaya dek, gizli bir yerden dağ kadar evrak çıkarıp Wein’in masasının üstüne yığdı. “Ben, Ninym Ralei, zat-ı alilerinin saltanat naibi olarak vazifelerine karşı gösterdiği şiddetli merbutiyete hayranlık içerisindeyim.”
“Bak şu laflara. Tam da Wein’den beklendiği üzere.”
“Değil mi? Bir Prensin bu kadarını yapması tabiidir.” Dedi Wein özgüven ile gülerken, aynı esnada Ninym’e de melun bir bakış attı.”
Ninym ise bilmezlikten geldi.
“Ancak bir süreliğine boş vaktin olmayacak. Öyle değil mi, Wein?”
“Evet. Tebaamız sarayı kontrol altında tutmamıza yardım etti fakat krallıkta hâlâ sorunlar var. Çözüm bulana kadar meşgul olacağım. Özür dilerim. Gerçek şu ki seninle oynamayı çok isterim.”
“Özür dilemeye gerek yok.” Dedi Falanya kafasını sallayıp avunarak. Sesi titremeye başladığında “Kendini fazla zorlamayacağına söz ver. Babam gibi hasta yatağında yığılıp kalırsan ne yaparım bilmiyorum.” Dedi sesindeki endişe ve titreşimler birleşerek.
“Dert etme, cılız görünebilirim ancak o kadar kolay yıkılmam. Ayrıyeten, yardım edemeyeceğini zannediyorsan yanılıyorsun.”
“Ne yapabilirim?”
“Zor değil, gülümsemeye devam et.” Derken eliyle Falanya’nın yanaklarını çekiştirdi. “Sen gülümsediğin sürece ben de babam da iyi olacağız. Bu sana mahsus bir kuvvet.”
“Öyle mi?”
“Tabii. Sana hiç yalan söyler miyim? Yani belki bazen, herhâlde. Yalnız şu an gerçekleri söylüyorum.”
“O zaman, bu iyi mi? Dedi Falanya, Wein’e ufak fakat can-ı gönülden gelen ışıl ışıl bir tebessümle bakarak. Wein de tatmin olmuşçasına başını salladı.
“Evet, harika. Şimdiden daha iyi hissediyorum ama biliyor musun bir kucaklamayla daha iyi olurum.
“Hahahaha, çok şapşalsın.” Deyip Wein’in kollarına atladı. “Bu nasıl?”
“Muhteşem. Bütün bu yığını öğleden sonra halledecek kadar güç doldum şu an. Bugün büyük bir gün, bana çok yardımın dokundu.”
“Çok sevindim de bugünü büyük yapan ne ki?” Falanya’nın ağzından bu kelimeler dökülürken Wein’e sarılmaya devam ediyor ve aynı zamanda kafasını kaldırmış ona bakıyordu.
“İmparatorluk Elçisi ile bir görüşmem var.”
…