Dâhi Prens’in Ülkeyi Borç Batağından Kurtarma Kılavuzu. (İhanet ne olacak ya?) - C1 Bölüm 2.1
- Home
- Dâhi Prens’in Ülkeyi Borç Batağından Kurtarma Kılavuzu. (İhanet ne olacak ya?)
- C1 Bölüm 2.1 - SAVAŞ MEYDANINDAKİ DERTLİ PRENS
Çeviri: MrVeraguth
Özet
Bu zayıf ve küçük ülkenin Prensi yalnızca tek bir şey için çabalıyor. Ülkesini satıp rahat bir emeklilik hayatı sürmek. Ne yazık ki bu yolda en büyük kösteği kendi dehası oluyor. Daha büyük işler başardıkça tebaasından daha fazla saygı ve sempati kazanıyor. Bu da hayalini gerçekleştirmeyi daha da zorlaştırıyor.
2. BÖLÜM: SAVAŞ MEYDANINDAKİ DERTLİ PRENS (1. KISIM)
Yerdiyar İmparatorluğu kurulduğundan beridir bir altın çağın içerisindeydi. Karizmatik bir İmparator tarafından öncülük edilen bu altın çağ İmparatorluğun sadık tebaası ve askerleri tarafından da desteklenerek meydana getirilmişti. İmparatorluğun halkı bu görkemli zamanlar ile iftihar ediyor ve her geçen günün, bir öncekinden daha şaşaalı olacağına tamı tamına itimat ediyordu.
Fakat bu toz pembe hülya bir anda yok olup gitti.
İmparatorun ölümüyle beraber, Yerdiyar tam bir hengâmeye döndü ve istikbalinin üzerine de kara bulutlar zebellâ misali çöktü. İmparatorluk, bu kriz vaktinde arkasını, kendini tökezlemekten alıkoymak için, sivil memurlara yasladı. Lakin saray çok geçmeden daha fazla gücün ve nüfuzun ihtirası ile boğulan hırsızların ini hâline geldi. Sivil memurlar, kıblelerini kaybedince gerçek tabiatlarını göstermeye ve hasis menfaatleri ile ihtiraslarını gün yüzüne çıkarmaya başlamışlardı.
Tabii ki buna bir son vermek isteyenler de yok değildi.
Natra Krallığı’ndan dönmüş Fyshe Blundell de bunlardan biriydi.
Ne yazık ki hiç nüfuzum yok
Saraydan çıkar çıkmaz boğuk bir sesle iç çekti.
Yaveri bulunduğu yerden fırlayarak efendisinin yanına koştu. “Nasıl gitti, Elçi Hanım?”
“Beni ev hapsine aldılar.”
Natra Krallığı ile yaşanan olaylar kendi suçuydu. Cezasını da yavaş yavaş vermeyi makul gördüler.
“Çok şükür ki beklediğimizden daha hafif bir ceza. Temiz sicilinizin muhakkak ki bir etkisi olmuştur.”
“Artık entrikalarına yahut siyasetlerine karışmamı istemiyorlar demek daha doğru olur.”
Natra Krallığı onu oyuna getirmiş olsa da ehemmiyetsiz, ufak tefek bir ülkeydi neticede. İmparatorlukta yapılacak çok daha mühim işler vardı. Tabii, Fyshe’nin de yapacak sayısız işi vardı.
Ancak bir türlü gururuna yediremiyordu.
“İmparatorluğun bana en çok ihtiyacı olduğu vakitte…”
Fazlasıyla sinir bozucuydu. Ah! Ah! Yüreği kendine karşı duyduğu nefret ile dolup taşıyordu.
“Yapmamalısınız, Elçi Hanım. Ev hapsindeyken bir sorun çıkarırsanız cezanız ağırlaşabilir.”
“Bunun gayet tabii farkındayım. Kendime mukayyet olma niyetindeyim zaten.” Dedi ve “Lakin gözlem ve araştırma yapmanın bir sakıncası olmaz, değil mi?” devam etti.
“Tam olarak neyin araştırması?”
“Natra’nın presine dair bir araştırma.”
Yaveri endişeli göründü. “Elçi Hanım anlıyorum sizi, af buyurun, alt etti lakin artık önümüze bakma vaktidir.” Diye çıkıştı.
“Mühim olan konu bu değil. Ne üzgün ne de küskünüm.”
Dürüst davranıyordu. Tabii, her şeyin suçunu Prens’e atsaydı çok daha huzurlu olabilirdi fakat yine de saygıda kusur etmiyordu. Prens elinden geleni ardına koymamıştı ve Fyshe de yenilgisini kabul etmişti.
Nitekim geçmiş geçmişte kaldı. Gelecek sefer o kazanacaktı.
“Yalnızca sezgilerime dayanarak bile Prens’in tez vakitte gelişme göstereceğini öngörebiliyorum. Dişlerini İmparatorluğa geçirmesi an meselesi. Temennim yılanın başını küçükken ezmek.”
“Biraz fazla kafa yoruyor olmayasınız. Lakin Elçi Hanım canım uğrunuzda kurban.”
Fyshe tebessüm etti. “Sadakatin beni ziyadesiyle mesut etti. İlk olarak, Prens’in İmparatorlukta geçirdiği vakti araştıralım. Az biraz bilgim olsa da yeni ipuçları bulabiliriz.”
“Anlaşıldı. O hâlde, derhâl arşivlerde derinlemesine bir inceleme yürüteceğim.” Yaveri Fyshe’nin emirlerini yerine getirmeye koşmadan evvel onay almak için duraksadı. Fyshe’den onay aldıktan sonra hızla işe koyulmaya gitti.
Fyshe pencereden dışarı göğe, onu Batı’ya ve Natra’ya bağlayan göğe, baktı.
“Merak ediyorum da o küçük Prens ne yapıyor şimdi?” Koridordan inerken zihninde kendine layık bir hasım bulabildiğinin düşüncesi yavaşça büyüyor ve onu gülümsetiyordu.
…
İmparatorluk ordusu Natra’dan çekileli iki ay olmuştu.
Wein önünde düzgünce hizaya geçmiş, tek bir vücut oluşturmuş ve subaylarının emirlerine harfi harfine uyan askerlerinin üzerinde yavaşça göz gezdirdi. Her harekât, her adım şevkle atılıyordu. Manzaranın hissiyatı nefes kesiciydi.
“Ne düşünüyorsunuz, Prens Hazretleri?”
Tepebaşındaki otağından manzarayı izlerken generaline memnuniyet dolu bir bakış atarak kafasını salladı ve “Âlâ” dedi. “İmparatorluğun rehberliği olmadan rotamızdan sapacağımızı düşünmüştüm lakin bıraktıkları durumu daha iyiye getirerek harika bir iş çıkardın Raklum. Sana itimadım tamdı zaten.”
“Övgülerinize mazhar olmak Raklum kulunuzu ziyadesiyle memnun etti, Prens’im.” Diyerek saygı göstergesi olarak eğildi.
Adam uzun ve heybetli olmasına rağmen biraz bile caydırıcı görünmüyordu. Bunun sebebi de karizmadan yoksun yüzüydü. Gerçi, normalden uzun sayılan kolları nispeten eşsiz sayılırdı. Natra’nın ordusundaki generallerden birisiydi ve Wein tarafından tayin edilmişti.
“Ancak Raklum kulunuzun yaptığı tek şey sizin emirlerinize uymaktı. Bu kadar övgüyü zinhar hak etmiyorum.”
“Emirlerimize düzgünce uyup, yerine getirecek işinin ehli bir kişiyi bulmanın ne kadar zor olduğunu bilirim.” Wein ısrarlı şekilde devam etti. “Tüm bunlar senin eserin.”
“Fakat beni bulup, bu yüce makama tayin eden siz Prens Hazretleriydiniz. İcraatlarımın bir kum tanesi kadar ehemmiyeti yoktur.” Dedi Raklum başını iyice eğip geri çekilerek.
Wein’in iç çekerek “Hiç değişmiyorsun” demesi de kulunun kafasını daha da eğmesine sebep oldu ki Raklum neredeyse secdeye kapanacak vaziyete gelmişti.
Bu sırada neşeli bir kıkırdama ile “ikiniz çok komiksiniz.” Duyulan cana yakın bir ses konuşmayı böldü.
Bu neşeli mi neşeli kişi Wein’in kız kardeşi Falanya’ydı.
“Özür dilerim Falanya, sıkıldın mı yoksa?”
“Yok canım! Askerlerin böyle zarifçe, tek vücut hâlinde hareket etmelerini izlemek ilginçti. Konuşmanız da eğlenceliydi ama Raklum, birisi seni methettiği vakit övgüyü almalısın. Dürüst olmak gerekirse kıskanmadım değil. Wein beni nadiren övüyor.”
“Onu duydun Raklum.” Wein çarpık bir gülümsemeyle ona doğru bakıyordu.
Karmaşık bir yüz ifadesi ile Raklum nihayet konuşabildi ve “Yüce zatınızın ihsan ettiği bu övgüleri yüreğime kazıyacağım.” Dedi.
“Anlaşılan Falanya’ya sen de karşı koyamıyorsun. İyi iş Falanya, bunun için daha fazla övgüyü hak ediyorsun.”
“Yok, yok. Eğer beni bunun için methedersen Raklum’a bir dahaki sefer daha inatçı olmasını söylerim, ona göre.” Diyen Falanya hırçın bir eda ile rest çekti.
Ancak Falanya’nın bu küskün hâli uzun sürmedi zira iki kardeş de kahkaha tufanına boğuldu. Raklum bile tebessüm etmeden duramadı.
“Bu arada Wein, Ninym’i ortalıkta göremiyorum? Her şey yolunda mı?”
“Hmm? Ah, yalnızca Ninym’e emanet edebileceğim birtakım işler vardı da.”
Neticede Ninym, Wein’e hizmet edebilmek için doğuştan seçilmiş ve küçük yaştan itibaren çetin bir eğitimden geçmişti. Bu da onun her türlü işi kusursuz şekilde halledebilmesini sağlıyordu.
Falanya çekinmeden itirafta bulunarak “Çok garip. İş için dahi olsa yanından ayrılmasına izin verdiğine şaşırdım doğrusu.”
Esasında bu, Ninym’in Wein’in yanından ilk ayrılışıydı.
“Yapacak bir şey yok. Dediğim üzere, işleri emanet edebileceğim tek kişi oydu.”
Wein tereddüt etmişti tabii. Onun yardımıyla Wein bir dağı bile sırtlanabileceğini hissediyordu. Dağı tahayyül etmişken aklına gelen dağ misali evrak yığınlarını düşündüğünde içten içe sitem etmeden duramadı.
Yani, teorik olarak bir başkasını bu işi yapması için tayin edebilirdi fakat işin aslı bu da oldukça zordu. Neticede Wein kralın naibi olabilecek tek kişiydi. Krallığın tebaasını tayin eden kişi Wein’in babası, kral, olduğundan dolayı bu tebaanın sadakati de babasınaydı, Wein’e değil. Şimdiye dek ona ve yalnızca ona sadakat yemini edip de üst seviye siyasi işlerde rol alabilecek kadar kabiliyetli kişiler yalnızca Ninym ve Raklum’du. Raklum’u orduya komuta etmesi için atamıştı ki bu da mühim meseleler için yalnızca Ninym kalıyor demekti.
Falanya merakla sual etti. “Bu işin İmparatorluk ile bir alakası var mı?”
“Hmm? Niçin böyle düşündün?”
“Son zamanlarda İmparatorluktan yüklü miktarlarda silah aldığını işittim.”
Hmm. Wein bir şeyi saklamaya niyeti olmadığını gösterircesine bir eda ile kafasını salladı.
Ancak Falanya buna pek itimat etmedi. Belki de bu çatışmanın kıvılcımı, Falanya’nın gönlünde, Wein’e politika konusunda yardım etme arzusunda yatıyordu.
“Silah alıyorum, doğru. Lakin Ninym’e verdiğim görev ayrı bir mesele. Yani pek de ayrı bir mesele değil yine de…” Wein kardeşinin kafasını okşarken konuşmasına devam ediyordu ki zihninde bir fikir cereyan etti.
“Falanya, İmparatorluktan niye silah aldığımı biliyor musun?”
Wein bu fırsatı bir ders için kullanmanın ziyanı olmadığına kanaat getirdi zira Falanya da konunun merakını celbettiğini Wein’e göstermişti.
Bu suali yanıtlamadan evvel iyice düşündü ki bu sorunun neden sorulduğunu anlamıştı.
“Çünkü İmparatorluğun silahlarının kalitesi burada üretilenlerden daha iyi.”
“Yani cevabın bir kısmı bu. Lakin bizim silahlarımız da o kadar kötü değil. İmparatorluğun askeri gücü yüksek diye daha iyi silahlarının olması kaçınılmaz bir durum. Başka?”
Falanya, “Başka, şey…” Diye düşünürken cevap bulamayınca kafasını kaşımaya, yine bir cevap bulamayınca kaşlarını çatmaya ve suratını asmaya başladı fakat en sonunda pes edip Wein’e kafası karışmış, üzgün bir bakış attı.
Bu görüntü o kadar hoş ve sevimliydi ki Wein tebessüm etmeden duramadı.
“Herkese bunu açık etmem fakat bu silah alımı benim İmparatorluktan özür dileme yöntemim. Geçen anlaşmamızda Natra’nın aldığı payı ciddi manada büyüktü.”
Falanya, “Sahiden mi? Ama herkes seni methediyor Wein? İmparatorluk elçisinin kariyerini bitirdiğini söylüyorlar.” Dedi şevkle. Sanki tüm bu eylemleri kendisi yapmışçasına gururlu bir eda takındı.
Wein kafasını salladı. “Diplomaside bir anlaşmanın tek taraflı olması iyiye alamet değildir. Özellikle kendinden katbekat daha kuvvetli bir ülke ile anlaşmaya çalışıyorken. Gereksiz husumete yol açmaktan kaçınmak istersin. İkinci sebep de işte bu.”
Falanya kafasını önce onaylar mahiyette öne sonra da tam tersi yönde sallayıp memnuniyetsizliğini belirtmek istercesine “Ya üçüncüsü?” diye sordu.
“Ah, o…” Diye başlamıştı ki Wein, otağa giren bir “Af buyurun!” sesi konuşmasını böldü.
Nefes nefese kalmış ulak otağa şimşek gibi girdi ve haberini alelacele ve otağdaki herkesin duyabileceği kadar yüksek bir seste vermeye koyuldu.
“Marden Krallığı’nın ordusu sınırı geçti. Buraya doğru geliyor!”
Falanya’nın gözleri fal taşı gibi açıldı.
Raklum yalnızca kendisinin duyabileceği cılız bir sesle “Sonunda hamlelerini yaptılar demek.” Dedi.
Wein, sesinde bir soğukluk ve umursamazlığın bariz biçimde sezildiğini bilerek “Üçüncüsü de o silahlara hemen ihtiyacımız olacaktı.” Dedi.
…
Marden Krallığı Natra’nın hemen batısındaydı.
Her ne kadar komşu ülkeler olsalar da aralarındaki resmî ilişkiler yok denecek kadar azdı ve olanlar da yalnız ferdî etkileşimlerle sınırlıydı. Bunun sebebi de Natra’nın, kıtanın merkezinde yer almasına karşın, Doğulu ülkelerin ideolojilerini ve politikalarını takip ediyor olmasıydı ki bu başkalılık Batılı olan ülkelerle pek iyi geçinememelerine sebep oluyordu.
İki ülke de boyut olarak hemen hemen denk denkti. Askeri güçleri de hakeza. Yani hakezaydı.
Terazideki denge, altının madeninin keşfi ile Marden lehine dönmüştü ki son bir iki yılda epey korkulacak bir rakip hâline gelmişlerdi. Üstüne üstlük, bu maden Natra’nın hudutlarına oldukça yakındı. Wein de buna katlanamayarak kaç gün durmadan sövüp sitem etmişti.
Lanet olsun!
Daha evvel Marden’i işgal etmeyi bile düşünmüş fakat neticede, bu fikir teşekkül ettiği gibi zihninin puslu raflarında yok olup gitmişti.
Şimdi ise Marden onları istila ediyordu.
Natra bir başka ülke ile savaşmayalı on yıllar olmuştu. Aslında, talimden ve nöbet tutmaktan başka tecrübesi olan pek az asker vardı.
Bu şartlar altında kalmış birinin fellik fellik kaçacak delik araması gayet tabiiydi lakin Wein’in paşaları saraydaki odada toplandıkları vakit, paniğin emaresini dahi göstermemiş hatta özgüvenleri tam ve inançları pür biçimde itidallerini muhafaza ediyorlardı.
“Aynı tahmin ettiğiniz üzere”
“Prens Hazretlerinin öngörüsü bizi yine yanıltmadı.”
Paşaların böylesi sakin olmasının tek sebebi, Wein’in gelecekte, Marden’in istilasına uğrayacaklarını önceden kestirmiş ve buna karşı gerekli tedbirleri almış olmasıydı.
Wein alçakgönüllü geçinmekten ziyade ismetli tavrı ile “Bunu öngörmek pek zor değildi.” Diye yanıtladı.
Hâlihazırda Marden’in kralının itibarı pek iyi değildi. Gaddarca sürdürdüğü korku hükmünün söylentileri Natra’dakilerin bile kulağına gelmişti. Kral, üst kademeli devlet işlerine manipüle etmesi kolay, yolsuz insanları atamıştı. Bu insanlar kralın başarısızlıklarını görmezden geliyor hatta destekliyorlardı. Kral da bu fırsatla kendisini eleştirenleri rahatça ülkeden sürebiliyor ve hatta idam edebiliyordu.
Kralın bu tutumu ülkeyi çökertecek kısır bir döngünün temelini atıyordu. Altın madeni artık ülkenin hazinesine katkı sağlamak yerine, beceriksiz ve yozlaşmış devlet görevlilerin aldığı rüşvetler ödemek ile berbat ekonomik kararların sonuçlarını düze çıkarmak için kullanılır hâle gelmişti. Zihinlerinde işinin ehli, bir önceki krallarının güzel hatıraları doluyken ülkenin reayası hüsran ile perişan olmuştu.
Marden’in durumu göz önüne alındığında, Natra’nın şu anki hâli, bin yılda bir gelen bir fırsat misali tatlı görünmüş olmalıydı. İmparatorluğun ordusu güçten düşmüş vatanlarına döndüklerinden mütevellit artık bir sorun teşkil etmiyordu. Bu, Marden’in ezici bir zafer kazanmak için yakaladığı en iyi şanstı. Ülkedeki herkes çoktan savaşı kazanmanın getireceği şan, yağma ve kölelerin cazibesine yakalanmış vaziyetteydi.
Tabii bunların hepsi kazanacakları koşulda geçerliydi. Natra da bunu engellemek için tedbirlerini fazlasıyla almıştı.
“Hudut karakollarındaki garnizonlardan malumat var mı?”
“Emrettiğiniz üzere düşmanla çatışmaya girmekten kaçınıp keşif yapıyorlar.”
“Âlâ. Kuvvetleri ne kadar?”
Wein’in paşalarından birisi öne çıkarak “Raporlara göre yedi bin civarı askerleri var.” Dedi.
“On binden daha az demek. En ılımlı tahminlerim kadar.”
“Kavalinu’dan çekiniyor olsalar gerek. Malumunuz o ülkenin sağı soğu belli olmuyor.”
Kavalinu Krallığı Marden’e komşu bir diğer ülkeydi. Natra gibi Kavalinu da Marden’in zengin maden yataklarının hasis bir gözle süzmekteydi. Marden, komşularının oluşturduğu mütemadi istila tehdidine karşı saldırı ve savunma arasında hassas bir denge kurmuştu. Bu denge savaşan devletler arasında sürekli görülen bir husustur.
Bir diğer Paşa “Düşmanla çarpışmaya hazır altı bin askerimiz, sayımız az da olsa, emirlerinizi bekler.”
“Sorun olmayacak. Öyle sanıyorum ki yeni zırhlarımız ve silahlarımız kuşanılmış vaziyettedir, değil mi?”
“Evet. Hepsi İmparatorluğun en iyi zanaatkârları tarafından işlenmiş iyi ekipmanlar. Marden’in hiç şansı yok.”
Bu istilayı beklediklerinden dolayı toplanmış bu savaş divanı yalnızca ufak tefek, pek mühim olmayan teferruatları halledip son dakika kararları alıyordu.
Paşaların kendi aralarında konuşmalarına göz yuman Wein bu fırsattan istifade aklını başka düşüncelerle meşgul edebildi.
Çok iyi hazırlandık. Öyle umalım ki İmparatorluk başımızı daha da ağrıtmadan bu savaşı halledebiliriz.”
Natra’nın hızla boyunduruk altına alınma süreci kesintiye uğramıştı. Söylentilere göre İmparatorluk sarayı hangi Prens’in tahta çıkacağı hususunda çalkalanmakla meşguldü. Bu ihtilaflar öyle bir raddeye gelmişti ki İmparatorluktaki belli gruplar iç savaş çıkarmak için fırsat kolluyorlardı.
Yine de Wein İmparatorluğun kuvvetli bir devlet olduğu hususunu aklında çıkarmıyordu. Temelinden sarsılmadığı sürece İmparatorluğun bu çalkantılı süreci atlatıp Doğu’daki konumunu koruyacağından emindi.
Ülkesini İmparatorluğa satmak için başka bir şans elde etmesi an meselesiydi. O ana dek işi Natra’nın gücünü arttırmaktı. Sonuçta krallığı ne kadar güçlü olursa o kadar çok para ederdi. Bu manada, eylemleri emekliliğinin tadını ne kadar çıkaracağını belirleyecekti.
Askerlerimiz İmparatorluk tarafından eğitildiler. Bu savaş gücümüzü ve değerimizi ölçmek için mükemmel bir fırsat. Eğer kazanırsak diğer ülkelere de göz dağı vermiş oluruz.
Wein ve Paşaları askerlerin talimlerini gözetmiş, potansiyel muharebe alanlarındaki coğrafyayı iyice çalışıp stratejiler ve taktikler geliştirmişler, hatta Marden’in ordusuna dair istihbarat bile toplamışlardı. Başarısızlığa uğrama şansları sıfırdan bile azdı. Wein askerlerinin, en azından, taarruzu püskürtebileceklerinden emindi ki bu da uzlaşma yollarını hızlıca açardı.
Marden’in Natra’yı küçük ve bu zaferi de çantada keklik gördüğü aşikârdı. Yoksa birkaç dönüm çorak arazi fethetmek için böylesi bir şevkle saldırmazlardı.
Harika!…
Wein’in İmparatorlukla yaptığı son anlaşma, planlarının suya düşmesine sebebiyet veren birtakım talihsiz olaylar silsilesi ile sonuçlanmıştı. Ancak bu, makus talihten başka bir şey değildi. Bu sefer Wein her şeyi, ama her şeyi, planına göre, doğru tahmin etti. Kafasında kurduğu zaferin tatlı şerbeti onu çoktan sarhoş etmişti bile.
Ninym burada olsaydı Wein’e etrafında olup bitenlere dikkat etmesini söylerdi. Eğer Ninym burada olup bunu söyleseydi Wein belki de Paşalarının sakin suratlarının ardında toplanan beklenmedik şüpheleri de fark edebilirdi.
Doğrusu, Wein naipliğe tayin edilmeden evvel Natra’nın ordusu acınası bir hâldeydi. Bu durum Kralın orduyu ihmalinden değil Natra’nın uzun zamandır savaşla haşır neşir olmamasından, olsa dahi savaşlar arasındaki sürelerin çok uzun olmasından, ötürü geliyordu.
Böylesi vakitlerde askeriyenin saray içerisindeki itibarının düşük olması tabiidir ki bu itibarın seviyesi, yabancı askerlerin krallığı mesken belleyip, ellerini kollarını sallayarak istediklerini yapmalarına müsaade edildiğinden beridir daha da düşmüş hâldeydi. Natra’nın askerlerinin göğüs germek zorunda kaldığı utanç dayanılmazdı.
Tam da bu noktada Wein, olayları onların lehine çevirmeyi becermişti. İmparatorluğun askerlerini onları talim etmek için ikna etmekle kalmamış, talimler bitmeye yakın bu askerleri Natra’dan kovmuştu. İmparatorluktan yeni ekipmanların tedarik edilmesini de sağlamıştı.
Tabii ki hepsi Wein’in amacının onların iyi niyetini kazanmak olduğundan emindi. Hele ki Natra’nın içinde bulunduğu siyasi çalkantılar düşünülürse. Bunu bilseler dahi askerler ve kumandanlar Wein’in yaptığı her şey için ona minnettardılar. İşlerinin gereği Wein’e duydukları sadakatin de üzerinde Wein’in tahayyül dahi edemeyeceği kadar ona sadık ve minnettardılar.
Marden tam da bu esnada işgaline başlamıştı.
“Natra’nın kılıçları olarak görevlerimizi yerine getirelim.”
“Prens Hazretlerinin bizden beklediklerini yerine getiremezsek nasıl kendimize bu yüce krallığın tebaası deriz?”
Şevkleri ve coşkuları artarak zirveye ulaştı.
Bu sırada, Wein her zamanki gibi itidalini muhafaza ediyordu zira, bu her ne kadar ilk savaşı olsa da, zaferin kaçınılmaz olduğuna kanaat getirmişti. Kumandanlar da onun huzurunda bağırıp kutlama yapmanın yakışık almayacağını düşündüklerinden mütevellit surat ifadelerini olabildiğince sakin ve durgun yapmak için kendilerini zorluyorlardı.
Hiç kimse gerçek hislerini göstermiyordu. Yani kimse iki tarafın beklentileri arasındaki uçurumun farkında değildi.
Prens Hazretlerinin ve devletimizin yoluna cenk edip şan alalım!
Çabucak halledelim bu savaşı sonra geri çekilip uzlaşırız!
İki tarafın niyetleri de hisleri de ahenksizken Marden ile olan savaş ufukta giderek büyüyordu.
…