Dâhi Prens’in Ülkeyi Borç Batağından Kurtarma Kılavuzu. (İhanet ne olacak ya?) - C1 Bölüm 2.2
- Home
- Dâhi Prens’in Ülkeyi Borç Batağından Kurtarma Kılavuzu. (İhanet ne olacak ya?)
- C1 Bölüm 2.2 - SAVAŞ MEYDANINDAKİ DERTLİ PRENS
Çeviri: MrVeraguth
Özet
Bu zayıf ve küçük ülkenin Prensi yalnızca tek bir şey için çabalıyor. Ülkesini satıp rahat bir emeklilik hayatı sürmek. Ne yazık ki bu yolda en büyük kösteği kendi dehası oluyor. Daha büyük işler başardıkça tebaasından daha fazla saygı ve sempati kazanıyor. Bu da hayalini gerçekleştirmeyi daha da zorlaştırıyor.
2. BÖLÜM: SAVAŞ MEYDANINDAKİ DERTLİ PRENS (2. KISIM)
Polta Çoraklığı Natra’nın batı sınırına yakındı.
İsminden de anlaşılacağı üzere, taşlardan ve kumlardan başka hiçbir şey barındırmayan çorak bir araziydi, hele ki baharın bu erken safhalarında. Şu sıralar arazide, güvercin kanatlarının ışıltı deryasına döndüğü kara kışın aksine, hiç kar bulunmuyordu.
General Urgio’nun sıkı komutasındaki yedi bin Marden askeri bu araziden geçmekteydi. General Urgio, haşin yüzü ve şahin misali hırçın bakışlarıyla ömrünün ve kariyerinin en parlak dönemindeydi.
Atının sırtında söylenerek “Hmph, söyledikleri ile gördüklerimiz birbirini tutuyor. Burada ciddi manada hiçbir şey yok.” Dedi. “Saraydaki domuzları beceriksiz bilirdik de ondan da beterlermiş. Bu araziyi ele geçirsek ne kâr?”
Generalin emir subayı kuru bir gülümseme ile “Galeyana gelmiş halkın gözünü boyamak için belli ki. Amaçları göstermelik bir zafer vererek zihinlerini devletin başarısızlıklarından uzaklaştırmak.”
Urgio nahoş bir kahkaha eşliğinde “O vakit, bu sefere harcayacakları parayı halka dağıtsalardı ya? Halkın gözünü boyamak istiyorlarsa bu, çok daha basit ve risksiz bir yol olurdu. Saraydaki aptallar bu kadarını bile akıl edemiyorlarsa onlara yönetmeleri için bir krallık veren bizim vay hâlimize.”
“Eğer yapsalardı o beceriksiz aptallar, yine çok ileri gidip, bizim maaşlarımızı ve hatta krallığın tüm hazinesini de bitirirlerdi.”
“Bu olursa o domuzlardan şiş kebap yaparız. Yemeye değeceklerinden bile emin değilim gerçi.”
İkili buruk bir şekilde gülerken atlı bir ulak yanlarına yaklaştı.
“Haber getirdim! Natra’nın askerleri buranın yirmi beş mil doğusunda görüldü. Bize doğru geliyorlar.”
“Ngh…” Generalin gözleri parladı.
“Tahminimizden daha hızlı hareket ediyorlar.”
“Hmph. Kuzeyli fırsatçılardan beklendiği üzere. Hızlılar, o kadarının hakkını veriyorlar. Yani tabii mızraklarını evlerinde bırakmadılarsa.”
“Ancak General Hazretleri, askerlerinin İmparatorluk askerleri tarafından eğitildiğini işittim. Gardımızı düşürürsek sonumuz hayrolmaz.”
“Eh, endişelenme. Bir tavuğa şahinin nasıl uçtuğunu göstersen dahi tavuk tavuk olarak kalır. Adamlarımıza daha hızlı hareket etmelerini söyle. Eğer Natralı askerler kendi sonlarına bu kadar istekli ve hızlı yürüyorlarsa bize de bu işi hızlı bitirmek düşer.”
“Emredersiniz.” Dedikten sonra emir subayı, emir yağdırmaya başladı.
Bu sırada emir subayına yan yana bakmakta olan Urgio dikkatini doğuya çevirerek bu seferin seraskeri olarak atandığını anımsadı. Natra dişli bir rakipten uzaktı ancak zafer yine de zaferdi. Prenslerinin kellesini, üstlerine altın tabaktan sunacaktı.
“Beni biraz eğlendirseler iyi olur.”
Bu çorak araziyi düşmanın kanları ile sulamak için sabırsızlanıyordu.
Bu sırada, Natra ordusunun liderleri Marden ordusu hakkındaki istihbaratı tekrar gözden geçiriyorlardı.
“Beklediğimiz üzere.”
At sırtındaki yaşı bir kumandan, atının sırtında haritaya boğulmuş Wein’e kafa sallayarak “Evet. Planımıza devam edip tepeyi ele geçirelim.”
Adı Hagal’di, sahadaki Natra ordusunun generaliydi.
Aslında, Serasker Wein’di ancak kendisinin askeri sergüzeştlere pek ilgisi yoktu. İsteyeceği son şey, Paşalarından kazandıkları zaferin şöhretini çalmaktı. Sonuç olarak, tüm bu olayın dışında kalmayı yeğliyordu.
Bu savaş uluslarının uzun bir zamandan sonraki ilk savaşıydı. Ne olacağını kimse kestiremezdi. Diplomatik bir çözüm bulunabilmesi ihtimaline karşın, sağgörülü bir şekilde askerlere eşlik etmeyi istedi. Bu şekilde, eğer fırsat olursa düşmanlarını yatıştırabilir ve savaşa hızlıca son verebilirdi.
Mamafih, askerler de Wein’in komutada olmasından dolayı tedirgin hâldelerdi. Neticede, daha önce cenk meydanına adımını atmamıştı ki koca bir orduya komuta edebilsin.
Bu yüzden Hagal hakikatteki kumandandı. Esasen, yabancı bir devletin üst kademe subaylarındandı ki uzun askeri kariyeri ve sayısız savaşta yer alması ile nam salmış biriydi. Bu derece namlı birinin nasıl olup da Natra misali bir dağ başında kalakaldığı merak konusu olsa da kendine has nedenleri vardı.
Yıllar önce, memleketinde, Hagal’in dehası ve popülaritesinden korkan bir soylu onu öldürmeye çalışmıştı. Hagal de kaçabildiği kadar uzağa kaçıp kendini Wein’in ülkesinde bulmuştu.
Yaşını başını almış kumandan cepheden komuta etmeyi bırakmış olsa da Wein de biliyordu ki başlarında Hagal olduğu sürece kimse şikâyet etmezdi.
Askeriye de sağlam para yiyen bir iş. Güle güle paracıklar, güle güle sermayem.
Hagal’in orduya komuta etmesiyle beraber Wein de izleyici rolünü almıştı. Pek şikâyeti de yoktu. Bu fırsatı da askerlerin kullandığı ürünlerin miktarını ve çeşitlerini analiz etmek için kullanıyordu. Bu esnada da askeriyesini harekete geçirmenin tam olarak ne kadar paraya mal olacağını hesap etti.
İlki ve en önemlisi, onlara bir maaş vermeliydi. Sonrasında su ve yemek tarzı zaruri ihtiyaçlarını da karşılamalıydı. Bunun üstüne, atlar, silahlar, zırhlar tarzı ekipmanların masrafları da vardı.
Ivırıyla zıvırıyla tüm masrafları çıkarıp hesapladı ki eve döndüklerinde kendisine mal olacak para karşısında Wein neredeyse acı dolu inleyişini ağzından kaçırarak tüm orduya duyuracaktı. Ugaaaaaah!
“İyi misiniz, Prens Hazretleri?”
“Ah, iyiyim, iyiyim. Sadece bu savaşa ne kadar hızlı son verebileceğimizi düşünüyordum.”
Hızlıca savaşı bitirmek daha fazla para kaybetmemek için tek çareydi. Cenkten haz duyan kralları işitmişti ancak o kralların matematiklerini pek iyi olmadığına kanaat getirdi.
“Ne diyorsun Hagal?”
“Zor olacak. Savaşı başlamadan evvel tahmin etmek güçtür. Bunu olabildiğince hızlı bitirmek istediğinizi farz ediyorum.”
“İradem odur ki bizim için en hayırlısı savaşa hızla son vermektir. Ancak eğer bize zafere mal olacaksa bunu hedeflemenin bir manası yok. İstediğim şey ikna olmaktır. Biraz vakit alsa dahi, bu savaşın zamanımızı ve paramızı heba etmediğine ikna olacağım bir netice istiyorum. Sen ne dersin, Hagal?
Yaşlı adam, torunu yaşında sayılabilecek genç adamın karşısında saygıyla eğilerek “Bu konuda bana itimadınız tam olsun, Prens Hazretleri.”
Wein, alçak tepe görüş açılarına girdiği vakit ona odaklanarak “Sonumuz hayrolsun. Geldik sayılır.”
…
Natra’nın altı bin askeri bulunuyordu. Marden’in ise yedi bin.
Taş, kum ve yetmemiş otlarla kaplı boş çoraklıkta iki ordu karşı karşıya geldi. İki otağ arasında hâlâ mesafe olsa da savaş atmosferi sahneye girivermişti. Bu andan itibaren pek çok adam, karşılarındakini öldürmek için ellerinden geleni yapacaklardı.
“Prens Hazretleri, askerler hazır.”
Wein tepenin başındaki otağından Hagal’i onaylayarak “Marden’in ordusunda durumlar nedir?” diye sordu.
“Onlar da gayet hazır görünüyorlar.”
“O vakit, bize de savaşın başlamasını beklemek kaldı.”
“Tabii fakat askerlere hitap edecek misiniz?”
“Edebilirim de bir konuşma yapmanın sırası mıdır şimdi? Yani, bir fark yaratır mı, Hagal?”
“Elbette yaratır. Cenk meydanı dediğimiz yer ölümün hakimiyetindedir. Böyle bir yerde yüreklerimiz bedenlerimizden daha fazla yıpranır, tükenir. Şevk verici bir iki söz bu yıpranmayı engeller.”
Wein tecrübeli bir kumandanla münakaşa hâline giremezdi ki askerlerinin iyiliğini düşünerek bir konuşma yaparsa ileride yaşanabilecek bir darbenin olma olasılığını da düşürmüş olurdu. Ancak ne demeliydi ki? Düşünmeye devam ederken tepenin dibindeki askerlerinin önüne geldi.
Askerlerine bakarken kararını verdi. “Toracelı Heinoy.”
Birinin adıydı. Merkezdeki askerlerden birinin kafası hemen doğruldu. Prens’in kendi adını bilmesinden ötürü şaşırmış ve kafası karışmış vaziyetteydi.
Wein devam ederek “Mızrağın, ters duruyor.” Dedi
“Ah!” Asker mızrağına baktı ki cidden ters duruyordu. Keskin ucu yere saplanmış, sapı ise göğe bakar vaziyetteydi. Hemen mızrağını düzelterek tekrar dikkat kesildi fakat o vakte kadar yüzü utancından kıpkırmızı kesilmişti bile.
Birisi gülüverdi. Ardından bir diğeri derken tüm orduyu koca bir kahkaha tufanı tutuvermişti.
Ciddi bir seda ile Wein “Karlmann, Patess, Livi, Logli komik olan bir şey yok.” Diyerek şamatayı böldü.
Bu dört isim gülmekten yerlere yatan askerlere aitti ki isimlerini duyar duymaz kendilerine çekidüzen verip hizaya geçtiler. Bu hizaya geçiş de oldukça komik bir hâl aldı fakat askerler tekrar gülerlerse eğer tekrar adları söylenir ve rezil olurlar düşüncesiyle kahkahalarını dizginleyerek gülme istemlerini içlerine attılar.
Görünüşe bakılırsa biraz rahatladılar.
Wein askerlerini daha evvel gözlemlediğinde hepsinin çok gergin olduğu gerçeği dikkatini celbetmişti. Anlaşılabilir bir hâldi. Neticede, neredeyse hepsinin katılacağı ilk savaş buydu. Talimlerin bir noktaya kadar yardımı olurdu lakin bazı şeylerin bizzat yaşanarak tecrübe edilmesi gerekiyordu.
Her hâlükârda, Wein ilk engeli aşmayı başarmıştı. Geri kalan tek sorun ise askerlerin moralini yükseltebilmekti.
“Bu vakte kadar insanlar Natra’nın ordusuna güçsüz dediler. Bir zamanlar bu doğru olmuş olabilir. Şu anda da Marden’in askerleri bizi aynı şekilde küçük görüyor.” Wein’in sesi kalabalığın içinde aksederek yayıldı. “Biliyorum ki hepiniz nice ağır talimlerden geçtiniz. Biliyorum ki her birinizin yüreğinde cesur bir aslan yatar. Ve biliyorum ki bu işgalci mezalimin karşısında o aslan yürekleriniz alev alev yanar. Hâl böyleyken güçsüz olduğunuzu düşünmeyiniz.”
Az evvelki rahatlamış atmosfer kaybolmuştu. Şimdi ise askerler sel olup taşacakları, yel olup gürleyecekleri kadar galeyana gelmişlerdi. Bu galeyanın alevlerini daha da körüklemek isteyen Wein konuşmasına devam etti. “Mezalime kuzeyin ejderleri olduğumuzu gösterelim. Gösterelim ki tüm kıta, bu topraklara ayak basmış en iyi ordunun biz olduğumuzu iyice idrak etsin! Bugün, burada, sizin yanan yüreklerinizle beraber tarih yazalım!”
“HAAAAAAAA!” askerlerin topyekûn patırtıları yeri ve göğü sarsmıştı.
Wein bir şekilde başarmıştı.
Sessizce bir iç geçirmeyi başarmışken Hagal atıyla yanına geldi. “Zat-ı şahanelerinden beklendiği üzere muhteşem bir konuşmaydı.”
Wein ufak bir gülümsemeyle “En azından artık korkup silahlarını düşürmezler.”
“Adıyla seslendiğiniz askerleri siz mi yerleştirdiniz?”
“Hayır tabii. Doğaçlama yapıyordum.”
“Hepsinin adlarını biliyor muydunuz?”
“Her bir yiğidimin adını bilirim. Hâlihazırda yüzbinlerce askerimiz yok. Tüm orduyu toplasan on bin ya var ya yok.”
Hagal’in suratında şüpheli bir tavır yer almıştı. “…”
Düşmanlarının şevk dolu çığlıkları kulaklarına gelir gelmez Urgio, dilini kızgınlıkla şaklattı.
“Fırsatçı ayaktakımı misali bağırıp kuduruyorlar” Dedi ve yere tükürdü.
“General Hazretleri, hazırlıklar tamamlandı.”
“Güzel.”
Çabucak öfkelenen hâlini binlerce askerinin gözleri önünde gösteremeyeceğini bildiğinden adamlarının karşısına çıkmadan evvel kızgınlığını dindirdi.
“Marden’in yiğit savaşçıları!” Askerlerinin karınlarına dek akseden tantanalı bir sesle haykırdı. “Karşınızda gördüğünüz aciz düşmanımızdır! Aptallıklarını cesaret bellemiş, ilerleyişimizi durdurmak istiyorlar! Ordu dedikleri çapulcu sürüsüne ne kadar köylü katsalar da bize karşı kazanma şansları yok!”
Urgio kılıcını kınından hızla çekti. Askerleri de onu izleyip silahlarını arşa kaldırdılar.
“Bu ovayı onların kanıyla boyayacağız! Asker, ileri marş!
Göğe yükselen bağırışlarıyla yedi bin adam tek bir vücut misali harekete geçti.
“Geliyorlar demek.”
Düşmanları insan selini andıran bir şekilde yürüyordu. Wein, otağındaki yerinden dahi, düşmanın ezici baskısını hissedebiliyordu.
“Asker! Sağlam dur!” Diye haykırdı Hagal.
Emriyle beraber askerler kalkanlarını ve mızraklarını kaldırdılar. Marden’in askerleri saldırırken Natra’nın ordusu da savunma konumuna geçmişti. Yerlerini koruyarak düşmanı püskürtmeye hazırdılar.
Marden selse Natra da setti.
Düşman ordusu istikrarlı bir hızla yaklaşıyordu. Havadaki tansiyon öylesine ağırdı ki askerlerin tenini yakıp aldıkları nefesi zorlaştırdığı hissedilebiliyordu.
Natra bu savaşı kazanacaktı. Zafer kaçınılmazdı ancak korku insan tabiatının bir parçasıydı.
Wein yaklaşan düşman ordusunu sahte bir huzurla izliyordu. Aslında içinden umarsızca dua etmekle meşguldü.
Ne olur her şey yolunda gitsin!
İki ordu yaklaştıkça aralarındaki mesafeler de azaldı. Wein’in kalbi gittikçe hızlandı ki nihayetinde sel, sete çarpmıştı.
“Ha?”
Wein ve Urgio gözlerine inanamıyordu.
Ne, ne, ne, ne?
Dur hele, ne?
Her ikisi de otağlarından çıkıp önlerindeki sahneye dikkat kesilmişlerdi. Ne haltlar dönüyordu?
…