Dâhi Prens’in Ülkeyi Borç Batağından Kurtarma Kılavuzu. (İhanet ne olacak ya?) - C1 Bölüm 2.3
- Home
- Dâhi Prens’in Ülkeyi Borç Batağından Kurtarma Kılavuzu. (İhanet ne olacak ya?)
- C1 Bölüm 2.3 - SAVAŞ MEYDANINDAKİ DERTLİ PRENS
Çeviri: MrVeraguth
Özet
Bu zayıf ve küçük ülkenin Prensi yalnızca tek bir şey için çabalıyor. Ülkesini satıp rahat bir emeklilik hayatı sürmek. Ne yazık ki bu yolda en büyük kösteği kendi dehası oluyor. Daha büyük işler başardıkça tebaasından daha fazla saygı ve sempati kazanıyor. Bu da hayalini gerçekleştirmeyi daha da zorlaştırıyor.
2. BÖLÜM: SAVAŞ MEYDANINDAKİ DERTLİ PRENS (3. KISIM)
Savaş meydanında Natralı askerler standart bir formasyondaydılar. Kuş bakışı bakınca Marden’in ordusunun önünde dağılmış dikdörtgen benzeri bir şekil görünüyordu.
Düşmanları da kendilerine has formasyona sahipti. Natralıların aksine askerlerin çoğu ordunun merkezine konuşlandırılmıştı. Marden ordusu, Natra’nın merkez hattını yarıp hepsini bir çırpıda yok etmek üzereydi.
İnsanlar yanlardan ve arkalarından gelen saldırılara karşı bilhassa zayıftırlar. Bu prensip savaş alanına da uyarlanabilir. Yani, arkadan gelen taarruzlar, saldıran tarafa büyük avantaj sağlardı.
Bu tarz saldırıları karşılamak içinse Natralı askerlerin düşmanın merkez hattını bir an evvel yok etmesi gerekiyordu. Ancak yedi bin kişilik bir orduya karşılık altı bin kişiydiler. Güçleri sayılarıyla denk olsaydı kimin önde olduğu aşikârdı.
Lakin güç, yalnız sayılarda değildir.
Neticede savaş denilen sanatın husulü ve akıbeti, kabiliyet tarzı sayılamayan pek çok ögeye bağlıdır.
“General Urgio Hazretleri! Loshina birimi, sol cenahtaki birlikler, bir an evvel takviye arz ediyor.”
“Haber getirdim! Sanse birimi yok edildi! Tljii birimi de onların yerini doldurmak için harekete geçti.”
“General, sağ cenahta da zorluk yaşıyoruz.”
Savaş meydanından gelen raporların ardı arkası kesilmemekle beraber hepsi tek bir noktayı işaret ediyordu. Marden’in ordusu hezimetin eşiğindeydi.
“Yok artık.” Sözleri Urgio’nun kendine hâkim olmasına çalışmasına karşın dudaklarından döküldü.
Fakat sözleri, Marden’in üst rütbeli subaylarının ve paşalarının umumi şaşkınlıklarının tecessüm etmiş hâliydi.
Bunların askerleri nasıl bu kadar kuvvetli?
Dur biraz, Marden niye bu kadar güçsüz?
Urgio ve subayları şok geçiriyorken Wein de otağında, meydanın karşı tarafında, hayretler içerisindeydi.
Ne oluyor? Niye Marden’in anasını belliyoruz?
Sözlerinde yalan yoktu. Savaş tamamıyla tek tarafıylıdı.
Natralı ve Mardenli askerler ateşli bir çarpışma içerisindeydiler fakat bu çarpışmanın ilk dalgası dahi son bulmadan evvel kimin güçlü olduğu hemen gün yüzüne çıkmıştı.
Mardenli askerler silahlarını sağa sola savuruyor, tek başlarına önlerindeki düşmanı öldürmeye çalışıyorlardı lakin saldırıları düzenden yoksun ve iştirakten mahrumdu.
Wein’in askerleri ise farklıydı.
Mardenli askerler umumi taarruza geçtiğinde bazı askerler onları durdurmak için kalkanlarını kaldırarak arkalarında ve yanlarında bulunan dost birimlerin karşı saldırı yapmalarına fırsat tanıdılar. Diğer bir yandan, ne vakit düşman savunmaya geçmek için formasyonunu sıkılaştırsa Natralı askerler düzenlerini bozmadan bu savunmayı yarıp geçebiliyorlardı. Mardenlilerin yaptığı gibi tek tek savaşmak yerine Natra’nın ordusu bir bütün olarak hareket ediyor. Her askerin yaptığı hamle yanındaki askerler tarafından destekleniyordu.
Sayıca az olsalar da Natra’nın ezici güce sahip olduğu acı bir gerçekti.
Wein’in şaşkınlığını gören Hagal “Prens Hazretleri, iyi misiniz?” diye sual etti.
“Şaşırdım. Umduğumuzdan daha iyiyiz.”
Kazanacaklarına dair şüphesi yoktu fakat böylesi bir yengi en ateşli hülyalarından bile öteydi.
“Böyle olacağını biliyor muydun, Hagal?”
“Tabii. Neticede bir eksiğimizi gidermek için yeni araçlar, yeni usuller üretiriz. Malum, İmparatorluğun savaşlarla dolu uzun bir tarihi var. Askerlerini bu kadar iyi eğitebilmelerinin nedenlerinden biri de budur. Esasında, usullerini gördüğüm vakit ben bile etkilenmiştim. Bu usulleri kendimize mal ettiğimizde ise ufak çatışmalardan gayrı bir tecrübe edinmemiş ufak devletleri yenebileceğimden zinhar şüphem kalmamıştı.” Diyerek tebessümle dudaklarını büktü. “Lakin Marden’in ne kadar aciz olduğunu gördüğüme ben de şaşırdım. Bunun bir düzmece olması da muhtemel fakat işler bu raddeye gelmişken durumun bu olduğunu pek sanmıyorum. Ancak Prens Hazretleri…”
“Biliyorum. Hâlâ yapabiliyorken ordularını bertaraf etmeliyiz.”
Hemen sonrasında, sağ kanattan kuvvetli bir çığlık koptu. Marden’in saldırılarını püskürmeyi başaran Natralı askerler hücuma kalkıyordu.
“Raklum başladı.”
Sağ kanadın ucunda bağırışlar ve çağırışlar kalabalığın arasında karışıyordu.
Parçalanmış cesetlerin, taze kan ve soğuk metalin kokusunun arasında Raklum atının sırtında savaş meydanındaydı. Emrinin altındaki subaylar ise sağa sola emir yağdırıyorlardı.
“Düzeni bozmayın! Tek bir vücut olarak hareket edin!”
“Savunmayı destekleyin! Takviye kuvvet yollayın!”
“Marden soğuk terler döküyor. Püskürtün şunları!”
Cephedeki askerler, Wein’in gözlemlediği üzere, savaşın kendi lehlerine döndüğünü fark ederken pür dikkat emirleri yerine getiriyorlardı.
İyi vuruşuyorlardı ki bu, düşmanda da tesirini göstermeye başlamıştı. Esasında, Natralı askerler hızlıca düşmanı bozguna uğratıyorlardı. İmparatorluğun denetimi altında aylar süren sıkı eğitim meyvesini veriyordu. Savaş sürdükçe askerlerin morali artmaya devam ediyordu. Raklum’un emir subaylarının neştervari kesin ve mutlak emirleri ile bu emirleri ivedilikle yerine getiren askerlerin nihayetsiz azmi sayesinde Marden’in her geçen dakika daha da geriye püskürtülüyordu.
Şu anda, orduları alanın içindeydi. Artık hiç şüpheleri kalmamıştı.
Bu sebeple Raklum’un emir subayları kendisine öneride bulunarak “General Raklum, fırsat bu fırsat, umumi taarruza geçelim!”
“Böyle giderse savunmalarını yarıp onları arkadan vurabiliriz.”
“General Raklum!”
Öneriler birbiri ardınca kumandanın bir kulağından girip öteki kulağından çıkıyordu fakat kumandanın gözleri önüne düşmüş hâldeydi, hiçbir tepki vermiyordu.
Subaylar birbirlerine baktılar. Bu, bildikleri Raklum’dan farklıydı. Talimler sırasında emirleri birer hakikatmişçesine veren bu adamın bu yanını hiç görmemişlerdi.
İçlerinden birisi ne olduğunu merak eder surette generalin yanına yaklaşarak “General?” Diye sordu. İhtiyatlıca generalin omzuna dokunur dokunmaz Raklum’un kafası istemsizce çevrildi. Subay ise kaskatı kesiliverdi.
Raklum ağlıyordu.
Yetişkin adamlar ağlamamalı fakat Raklum’un gözyaşları, subaylarının bakışlarına aldırmaksızın dökülüyordu.
“General Raklum, ne oldu?”
“Uwaaaaaaaaaghhhhhhhh!” diye haykırdı Raklum hırıltılı ve acı dolu bir sesle.
Bu insan dışı çığlık sağ kanattaki Natralı ve Mardenli tüm askerlerin sarsılıp hareket edememelerine sebebiyet verdi.
Hepsi sesin geldiği yere odaklanmıştı. Raklum’a.
“Çok, çok üzgünüm.” Diye itiraf etti Raklum. Tüm gözler onun üzerindeyken atını kırbaçlayıp ileri çıktı. “Bu savaş, Yüce Prens’imiz Wein Salema Arbalest Hazretlerinin muhteşem bir yolculuktaki ilk adımıdır ve… Ve… Ve…”
Çekingen gözlerinden akan gözyaşları gem vurulmamış bir öfkeye dönüşerek alazlandı.
Mardenli askerler bu öfkenin temaşası karşısında dahi titrediler.
“Ne beş para etmez varlıklar… Tek yaptığımız bahçedeki yabani otları biçmektir. Böyle olmamalı. Zat-ı şahanelerinin ihtişamına yaraşır kuvvetli, kurt gibi diri ve nam salmış bir av sunmalıyız.
Raklum ansızın atından inerek düşmana doğru ağır ağır yürümeye başladı. Boş arazide dolaşırken nihayetinde oldukları yerde buz kesmiş olan Mardenli askerlerin önünde durdu.
Beklenmedik bir manzaraydı. Düşmanın komutanı yalnız başına, ağlar vaziyette önlerinde duruyordu. Hepsi öylesine bir beyin tutukluğu geçirmişti ki kimse kılını kıpırdatmaya dahi cüret edemiyordu.
“Prens Hazretleri, ne olur bu aciz kulunuzu affedin!”
Raklum’un kolları bir kamçı misali havada parlayıp şakladı. Gürültülü bir şak sesi ile askerin tekinin yüzü ortadan ikiye yarılırken bedeni de hissizce havaya fırlatıldı.
“En azından, sizin için cesetlerden oluşan bir anıt yapacağım.”
Bununla beraber, tüm Mardenli askerler kendilerine geldiler.
“Öldürün şunu”
“General Raklum’u takip edin!”
Mardenli askerler etrafını sardıkça Raklum zırhlı eldivenle korunan yumruğunu savurdu.
“General Raklum düşmanı püskürtüyor. Bozgunları an meselesidir.”
Ulak haberini verirken Wein tatmin olmuşçasına başını salladı.
Zaman zaman kafayı sıyırsa da bu sefer kendinde görünüyor. Güzel, güzel.
Wein, Raklum’u paşalarından biri tayin ederek onu kendisine, Wein’in dahi tahayyül edemeyeceği düzeyde, sadık yapmıştı. Filhakika, Wein bunun gerçek bir savaşta işleri zorlaştırıp zorlaştırmayacağından ötürü endişeliydi. Lakin olayların nasıl gittiğine bakıldığında her şeyin yolunda olacağına kanaat getirmişti.
Ne düşünüyordu bu? Attan inip düşmana böylesine yaklaşmak da ne? Wein, önündeki günlerde, savaşın detaylı raporları eline ulaştığında dönüp böyle düşünecekti ancak şu anda bunu bilmesinin imkânı yoktu.
Bu kötü, çok kötü.
Gelen ulaklar birbiri ardınca savaşı kazanmakta olduklarını bildirseler de Wein’in yüreğinde dolaşan şüphe bulutları kopmaya yakın bir fırtınanın habercisilerdi.
Marden hemen kayıplarına son vermeli. Yoksa…
Wein eseflendikçe Hagal’in gözleri kurnazca parlıyordu. “Prens Hazretleri, düzenimiz bozulmaya başladı.” Diye rapor verdi.
Öf! Wein bunu sesli söylemekten kıl payı kaçınmıştı ki alelacele bu ünlemi yutup “Emin misin?” Diye sual etti.
“Maalesef ki eminim. Gidişat yine aleyhimize dönüyor. Prens Hazretleri, lütfen teyakkuzda olunuz.”
Wein savaş meydanına göz gezdirip, çoraklığa doğru yola çıkmalarından evvel Hagal’in söylediklerini anımsayarak kafasını onaylar mahiyette salladı.
…
“Askerlerimiz uzun süre dayanamaz mı?”
“Maalesef ki evet.” Hagal kurultayda dürüstçe görüşünü belirtti ve devam etti. “Askerlerimiz, gördükleri ağır talim sayesinde, kuvvet bakımından neredeyse güçleri tanınmaz hâle geldiler ki muharebenin başlarında muvaffak olmaları işten bile değil. Lakin bir buçuk saatin ardından tükeneceklerdir.”
“Niçin?”
“Zira pek çoğu cenk etmeye aşina değildir.” Diye açıkladı Hagal. “Cenk meydanındaki havanın soğukluğunu, dökülen kanı ve sarf edilen çabayı ve dizginlenemez vahşeti bilmezler. Savaşta yürekler, vücutlardan daha çok yıpranır. Bu olduğu vakit görüşün daralır ve kulakların kapanır. Neticede askerlerin duyuları yavaşlar ki yoldaşlarının yardımına yetişemez yahut emirlere itaat edemez hâle gelirler. Ordunun kuvveti yarı yarıya düşer desek yeridir.”
“Bu kadar talimden sonra bile mi?”
“Hiçbir talim bunu değiştiremez.” Diyip kafasını sallayarak “Cenk meydanında, bizzat tecrübe etmediğiniz müddetçe akıl sır erdiremeyeceğiniz pek çok vakıa vardır.”
“Yani Marden bu konuda bizden üstün. Yalnız ufak çatışmalara dayalı tecrübeleri olabilir fakat daha evvelden savaşa aşina olduklarını mı söylersin?”
“Evet. Başlarındaki kişi aptal olmadığı sürece bu fırsatı kaçırmayacaktır. Savaşın kaderinin belirleneceği nokta da bu olana kadar onların ordusunu ne kadar yıpratabileceğimizdir.”
“O hâlde, umalım ki liderleri echel-i cühela olsun.” Wein iç çekerek bunu diledi.
…
Ancak dileği gerçekleşmedi.
Düşman daha az kuvvetle hareket ediyor! General Urgio bu değişimi neredeyse anında fark etti.
“General!”
“Biliyorum, on saniye bekle”
Savaşın başında altı bin askere karşı savaşan yedi bin askerleri vardı. Natra’nın ele geçirdiği üstünlüğe rağmen şu an durumlar beş bine beş bindi. Güçler dengedeydi.
Natralı askerlerin hareketleri yavaşlarken durumu tersine çevirme fırsatı doğmuştu.
Lakin bu fırsat tek başına beyhudeydi. Marden, Natra’yı gün batımından evvel yenemezse Natra bir sonraki hamlelerini düşünmeye koyulacak, dinlenecek ve toparlanacaktı. Yani, Urgio’nun askerleri onlarla yine savaşmak zorunda kalacaktı.
Yiğit bin gün yaşar, fırsat bir gün düşer.
Kötü, çok kötü.
Diğer tarafta Wein’in sabrı tükeniyordu. Bunun sebebi yalnız ordunun kötüye giden durumu değildi zira Marden’i işleri tersine çevirebilsinler diye neredeyse elleriyle beslemişti.
Karşı taarruza hazırlanmak zaman gerektirecekti. Eğer düşman bundan önce harekete geçerse o vakit…
Ne olur fark etme be!…
Wein’in gökteki Tanrıya en içten dualarını sundu.
Lakin bu dualar beyhudeydi. Urgio çabucak savaş alanını gözlemlemiş ve bu değişimin merkezini eliyle koyduğu gibi buluvermişti.
Ön cepheleri zayıflıyor mu?
Natra’nın ordusu dayanıp düzenlerini korumaya çalışsalar da merkez kuvvetleri zayıflıyordu.
Neden mi? Cevabı hemen akla gelir.
Urgio’nun ordusunun sol kanadını yok etmek için Natra, merkezdeki askerlerini sağ kanatlarına kaydırmıştı. Maalesef ki saldırıyı tamamlayamadan evvel sayıları yavaşça azalarak tükenmişti ki ince bir hat boyunca düşmanla açmaza girmişlerdi.
Zaferin asude ve işveli görüntüsü Urgio’nun gözü önünde belirdi. Başarabilirlerdi.
An bu andır. Diye haykırdı içinden
“İki cenahtaki komutanlara söyle kimlerle savaşıyorlarsa onları meşgul etmeye devam etsinler. Ana kuvvetleri düzenin arkasına alsınlar hemen!” Diye çağırdı. “Her şey hazır olduğunda taarruza geçeceğiz.”
“Emrederseniz, hedefimiz nedir?”
“Belli değil mi?” Urgio gözlerinde yanan öfkenin parıltısıyla uzaklara doğru baktı ve “Liderlerinin kellesi.” Dedi
Lanet olsun! Hâlâ hazır değiliz!
Marden’in düzenin merkezi taarruza geçmişti.
Süvari birliklerini hedeflemiş bir darbeydi ki hâlihazırda zayıflamış olan ordularının belini iyice kırmıştı.
Lakin Marden’in ordusu durdurulamıyordu. Boşluktan içeri sızıp iyice ilerlediler. Bu açıklığı savunan hiçbir Natralı asker yoktu ve askerlerinin her iki kanatta canla başla mücadele veriyor olmasından dolayı, Wein onlara başlangıçtaki düzenlerine dönüp oluşmuş bu yeni açıklığı savunmalarını da emredemezdi.
Düşmanları ana savunma hatlarını yarıyordu. Bu açıklıktan ilerleyen bin civarı asker vardı. Hat yarıldığında düşman ve otağ arasında yalnızca tepeyi kollayan yüz kadar muhafız bulunuyordu.
“Prens Hazretleri, hemen geri çekilmeliyiz.”
“Biliyorum.”
Tek bir yol vardı. Hagal’in emirleri dahilinde Wein ve diğer Paşalar alelacele ricat kararı almışlardı.
“General Hazretleri, düşman otağlarını terk ediyor!”
“Acınası, bir yiğit misali yenilgiyi kabul etmeliydi. Ancak onlarda yiğitlik ne gezer! Atlılarla peşlerinden gidin! Piyadeler de düşmanın ana kuvvetlerini tutsun!”
“Emredersiniz!”
Urgio piyadelerini böldü ve Dört yüz kadar süvari ile Wein’in peşinden gitti. Tepenin zirvesine doğru harekete geçip tepenin ardındaki sarp birkaç dağı da ele geçirip karargâha vardıkları esnada durdular. Gölgelerde gizlenmiş kişilerden bazıları Prens’in şahsi muhafızları vardı.
“Demek yine kaçıp saklanmayı düşünüyorsun. Yazık ki ağır zırhlarınız size mâni oldu.” Diye haykırdı.
Natra’nın karargâhındaki askerlerin yalnızca mızrakları ve kalkanları bulunuyordu. Atlı askerleri yakalayamazlardı.
“Kayalıklara varmadan evvel yakalın şunları!”
Emri verip süvarileriyle beraber tepeden tez inmeye başladı. Aralarındaki mesafe kapandıkça muhafızlar teslimiyet gibi görünen bir hareket ile durup arkalarını döndüler ve gelen saldırıyı püskürtmek için savunma duvarı oluşturdular.
Lakin tek bir atlı hücumuyla bozulacak derecede ince bir duvardı. Urgio zafer sarhoşu olmuş ve savaş çığırtkanı edasıyla “Size gelmemenizi söylemiştim.” Diyerek kimsenin duyamayacağı bir sesle Wein’e sövdü. Ardından emirini verdi. “Haydi, bitirelim şu işi!”
“Okçular, ateş” Ninym Ralei askerlerine emir vermişti.
Kayalıkların üstünden göğü karartan bir ok deryası Mardenli askerlerin üstüne yağdı.
…
“Elçi Hanım, haberler vahim.” Yaveri içeri dalarken Fyshe’nin kapısı hızla açıldı.
Fyshe kafasını Natra ve Marden’nin savaşı ile ilgili raporlardan kaldırıp “Ne bu telaş?” dedi.
“Prens ile alakalı! Elime birkaç evrak geçti. Ne bulduğuma inanamayacaksınız! Gözünüz gönlünüz bayram edecek.”
Fyshe, yaverinin şevkle ona uzattığı sayfaları ufak bir kuşku ile aldı.
“Elçi Hanım, Prens’i araştırdığınız vakit bir şeylerin kayıp olduğunu söylememiş miydiniz? Zannımca cevabı bu olabilir.”
Fyshe evraklara şöyle bir göz gezdirip yaverinin heyecanlı konuşmasını dinliyordu ki bir anda gözleri fal taşı misali açılıverdi. “Akademide mi okumuş?”
“Evet! İmparatorluğun Askeri Akademisinde iki yıl okumuş.”
Kafasında bunun tevehhüm olduğunu düşünse de gerçek buydu. Kanıtlar su götürmezdi.
“Akademimiz devlet sırlarıyla dolu! Ne diye tebaamız olmayan bir ülkenin soylusu…?”
“Teferruatını bilmiyorum lakin akademiye unvanını gizleyip kendini sıradan biri olarak tanıtarak girmişe benziyor. Gerçi, hocaların bundan haberi olmuş olabilir.”
“Nasıl onay aldı?”
“İmparatorluktaki üst rütbeli bir Flahm ona referans olmuş galiba. Belki de Natra Krallığı’nın kendi ırkını, diğer memleketlerden çok daha önce kabul etmesinden ötürüdür. İmparatorlukta nüfuzu geçen bir mevkide olsa da Natra’nın kraliyet ailesine, kendi ırkını korumasından ötürü, yardım etmeye meyletmiş olmalı.
Makul görünüyordu. Flahmların koparılamayan bağları vardır. Ancak Fyshe’yi memnun etmeyen bir husus daha vardı.
“O vakit, bu bilgi niçin görmezden gelindi? Yani, birtakım sorunlara sebebiyet verebilirdi belki lakin büyük bir problem de çıkmazdı.”
Yaverinin şevkiyle hırslanan Fyshe evrağın bir diğer sayfasını çevirdi. İki yıllık notların dökümüydü.
“Bu…” Fyshe gözlerine inanamadı.
Edebiyat, matematik, tarih, eskrim, askeri tarih… ismi karalanmış bir şahıs her dersten en yüksek notlarla geçmişti.
“Elime geçtiğinde belgeler çoktan sansürlenmişti. Birileri üzerinde kasten oynamış.”
Birisi neden böyle bir şey yapardı ki?
Bu sorunun cevabı birdenbire Fyshe’nin zihninde ampul misali parladı.
“Cevabı burada işte.” Fyshe açıklamaya devam etti. “İmparatorluğun tebaasına mensup birinden ziyade, ecnebi bir çocuğun, hele ki ecnebi bir kraliyet ailesinin çocuğunun, her dersi birincilikle bitirmiş olduğu kepazeliğini saklamak için.”
Bu, düşünülemez, düşünülmesi teklif dahi edilemezdi. Bu kadar aptalca bir olay nasıl olabilirdi?
İmparatorluk yırtıcı bir düşmanı kendi elleriyle yetiştirmişti ki sivrilttiği o pençelerle dişler gelip kendi boğazına dayanmıştı ve bu yırtıcı canavarın adı da
“Wein Salema Arbalest”ti.
…