Dâhi Prens’in Ülkeyi Borç Batağından Kurtarma Kılavuzu. (İhanet ne olacak ya?) - C1 Bölüm 3.1
- Home
- Dâhi Prens’in Ülkeyi Borç Batağından Kurtarma Kılavuzu. (İhanet ne olacak ya?)
- C1 Bölüm 3.1 - HER ŞEYİN FAZLASI
Çeviri: MrVeraguth
Özet
Bu zayıf ve küçük ülkenin Prensi yalnızca tek bir şey için çabalıyor. Ülkesini satıp rahat bir emeklilik hayatı sürmek. Ne yazık ki bu yolda en büyük kösteği kendi dehası oluyor. Daha büyük işler başardıkça tebaasından daha fazla saygı ve sempati kazanıyor. Bu da hayalini gerçekleştirmeyi daha da zorlaştırıyor.
3. BÖLÜM: HER ŞEYİN FAZLASI (1. KISIM)
“Ahhhhhh!” Wein masasına yayılmış uzanırken kasvet ve dehşet ile dolmuş da taşmışçasına bir iç çekti.
Ninym, Wein’in hemen yanındaydı. Muharebe meydanından döndüklerinden artık zırhlarını kuşanmıyorlardı.
Genelde Wein’in laçkalaşmasıyla Ninym’in onu öyle ya da böyle hizaya sokması bir olurdu. Ancak şu anda bu durum söz konusu değildi.
“Sorun olmaz.” Diye fısıldadı Ninym.
Yüzü asık, kaşları çatık tek kişi Wein değildi, Ninym de aynı vaziyetteydi.
“Daha evvel ne demek istediğini şimdi idrak edebildim.” Fısıldayarak devam etti.
Wein, sual edermişçesine bir eda ile Ninym’i süzerken Ninym, Wein’e o günü hatırlatmıştı. “Ezici bir üstünlük kurarak kazanmak iyi bir fikir değil demiştin.”
…
Paşalardan biri, otağdaki herkesin hislerine tercüman olurcasına “Karşı saldırıya geçmeliyiz.” Diye çığırdı. “Saldırıya geçen Marden’di. Cenk meydanında onlara galebe çaldığımıza ve ordularını yok ettiğimize göre, krallıklarının doğusunun fethi münasiptir.”
Polta Çoraklığı’ndaki zaferin gecesinde, harp meclisi ordunun nereye doğru ilerleyeceğine karar vermek için toplanmıştı ki Paşaların hepsinin hırs dolu emelleri vardı.
“Bu hususta ben de hemfikirim. Mevzilerimizdeki zayiatımız azdır. Düşmana kısa bir müddet içerisinde galebe çaldığımızdan mütevellit erzakımız da nicedir.
“Ayrıyeten, Marden ordusunun kaçarken geride bıraktığı erzaklar da elimize geçmiş bulunmaktadır. Temennim odur ki neferlerimizin mideleri çok yemekten rahatsız olmasın.”
Harp meclisi bu espri üzerine kahkahaya boğuldu.
Taze başarılarının ardından Paşaların hepsi rahatlamıştı ve şakalaşıp gülüşmekteydiler. Kibirli davrandıkları dahi söylenebilirdi ancak anlaşılabilir bir durumdu bu. Neticede on yıllardır hor görülmüşlerdi. Bu sebeple zaferin ve şanın mutluluğu ile başları göğe ermişti. Paşa da olsalar insanlardı sonuçta.
Yalnız bir savunma zaferi kazanmışlardı, bu da zaferlerinin pek pürüzsüz olmadığını gösteriyordu. Savaş ile toprak kazanma eş anlamlı olduğundan Marden’i istila etmeyi önererek savaşa devam etmek istemeleri olağandı.
Ancak onlarla bu isteği paylaşmayan biri vardı.
Zırvalamayı bırakın! Wein otağdaki masanın başında oturuyordu ve diğerlerine zıt bir ruh hâli içerisindeydi. Doğru dürüst bir plan olmadan ilerlemek çok riskli!
Polta Çoraklığı, Natra’nın topraklarında olduğu için ellerinde teferruatlı bir haritası vardı. Yolların nasıl bağlandığını, dağ ve nehirlerin yerlerini, araziyi ve yakındaki kasabaların nerede olduğunu evvelden öğrenebilmişlerdi. Bu hazırlık ilerleyişlerinin kolaylaşmasını sağlamış ve erzaklarını yenilemek için nereye gideceklerini bilmelerine olanak sağlamıştı.
Ancak Marden’in içinde bu durum söz konusu olamayacaktı. Harp meclisinin elindeki yegâne Marden haritası, kendi ülkelerinin haritası kadar teferruatlı olmaktan epey uzaktı. Bu yüzden hayalet kasabalarla, akıntısı bilinmeyen ve muhtemelen geçilemeyecek kadar derin nehirlerle yahut bozuk yollar ve daha nicesi ile karşı karşıya gelebilirlerdi.
Bir gezgin öyle ya da böyle yolculuğu bitirebilirdi fakat binlerce kişiden oluşan bir birliğin tek bir yanlış dönüşü bile çok fazla zamana mal olurdu. Hakeza yeterince ilerleme kaydedemezlerse birliğin morali de düşerdi. Birliğin erzaklarını yenileme işi sekteye uğrayabilir ya da erzaklarının tamamen bitmesi söz konusu olabilirdi. Bu esnada Marden Ordusu ise iyi beslenmiş yeni askerler ile sapasağlam olacaktı. İlerleyip Marden’i istila etmek kesinlikle kötü bir fikirdi.
Ama bunu şimdi dillendiremem!
Savaşta iki taraf da ağır zayiat verseydi Paşalar Wein’e kulak verebilirdi. Ancak ezici bir zaferden sonra fırsatı değerlendirmeyerek savaştan anlamaz yüreksiz biri olarak görünecekti. Bu sebeple Paşaların ona olan sadakatlerinin çığ misali çökeceği de aşikârdı. Daha ilerisi de darbe demekti.
Onları durduracak birini bulmalıyım!
Wein çaresiz hâldeydi, Ninym’ e yapmasını söylemezdi. Ninym şu an Wein’in arkasında not tutmaktaydı. Neticede sadece yaveriydi. Gerçi, onu geçici olarak astlarını komuta etmesi için atamıştı ancak şu anda Wein’e lazım olan tamamen ayrı bir dünyaydı. Ninym’in burada konuşacak kadar otoritesi yoktu.
Böylece tek bir aday kalıyordu. Wein birkaç sandalye ötede oturan Raklum’a bakarak Raklum! Hey, Raklum! Diye debelendiyse de çare olmadı. Telepati ile iletişim kurmak için elinden geleni yaptı fakat nafileydi.
Raklum, kendisine delip geçici şekilde pürdikkat bakan Wein’i fark etti. Bakışıyla Buyurunuz? Diye sordu.
Wein gözleriyle, Harp meclisinin gidişatı hiç iyi değil. Araya girip onları sakinleştir diye yalvardı.
Emr ü ferman Prens Hazretleri’nindir.
Neyse ki Raklum zihin okumada uzmandı.
“Raklum Paşa, sizin fikirleriniz ne yöndedir?”
Yalvarırım! Wein gözleriyle hafifçe haykırdı.
Bana bırakınız. Rakum gözleri ile Wein’in yüreğine su serpti. Başını salladı ve konuşmaya başladı. “Vakit istirahat etme vakti değil hücum etme vaktidir!”
Öyle değil, aptal!
Wein içinden Raklum’a sövmeye başladı.
Niye onların tarafındasın? Sırıtmayı kes artık, kafandan geçenleri işitebiliyorum. “Emrettiğiniz üzere, Prens Hazretleri” Bir dahaki maaşını ancak rüyanda görürsün.
Artık Paşaların hepsi potansiyel istila fikrine kapılmıştı. Wein karşı çıksa dahi fikirlerini değiştirmeyecekleri aşikârdı. Ancak bir yol daha vardı.
Bunu yapmak istemiyorum ama sızlanmanın da bir manası yok.
“Paşalar, fikirlerinizi ziyadesiyle anlıyorum.” Diye doğruladı Wein.
Paşalar dikkat kesildi. Otağdaki heyecanlı atmosfer birdenbire durağanlaştı. Tüm gözler Wein’e odaklandı.
“Hagal,” Wein yanında oturan yaşlı adama seslendi. “Düşmana galebe çaldığımıza göre, herkesin fırsattan istifade etmek için can attığını görüyorsun. Ancak doğru dürüst bir planımız olmamasına rağmen askerlerimizin yolculuğun üstesinden gelip gelemeyeceği hususunda karar vermek, benim için ziyadesiyle zor zira bu hususta tecrübeden noksanım. Bu sebeple senin fikrini duymak isterim.”
“Nasıl buyurursanız.” Hagal saygı ile başını eğdi ve “Askerlerimizin dirayeti çabuk kırılır. Zaferin meftun edici havası kaybolunca askerlerimiz kendilerini bitap hissedecektir. Böyle olursa eve dönebilirler fakat bir istila gerçekleştirmelerini istersek dizlerinde derman kalmaz. Hele ki vazıh bir gayemiz yokken.
“Hmm”
“Ngh”
Paşaların suratları memnuniyetsizliğin getirdiği sinirle ekşidi. Neticede, hayata geçirmek için can attıkları planları biri tarafından yıkılmıştı. Ancak savaş alanında pişmiş Hagal’e kulak asmamaları gerektiklerini biliyorlardı.
Şimdilik her şey yolunda
Wein, Paşaların tereddütte kaldığını görür görmez emeli doğrultusunda bir soru sordu. “Geri çekilmeli miyiz peki?”
Hagal’in geri çekilebileceklerini söylemesi güzel olurdu fakat bunun olma olasılığı düşüktü. Wein’in tahmin ettiği üzere ihtiyar adam kafasını sağa sola salladı.
“Bunun bize altın tepside sunulmuş bir fırsat olduğu aşikâr, reddetmek aptallık olur. Bu bir yana, bir maksadımız ve gayemiz olmadan da Marden’i istila edemeyiz. Askerlerimizin fiziksel ve ruhsal kapasitelerini iyi idrak etmemiz mühimdir. Bunu kotardıktan sonra bir hedef belirlemeliyiz.
Otağdaki paşalardan ses çıkmadı.
“Harika, Hagal’in planına eklemek istediğim bir husus var.” diyerek masanın üstündeki haritayı dikkatlice izlemeye koyuldu. “Malumunuz olduğu üzere, bu alan, her manada, pek verimli değildir. Ancak bu Marden için de geçerli. Esasında, Marden’in doğusunda ehemmiyet arz eden pek az yer vardır. Askeri kuvvetimizi de göz önünde bulundurursak işgal edilecek bir yer varsa…”
Wein bıçağını haritadaki bir yere sapladı. Marden’in doğudaki dağlarına. Yakın zamanda kıymete binene dek çorak bir araziden ibaretti.
“Jilaat altın madenidir.”
Otağda büyük bir kargaşa patlak verdi. Tüm Paşalar yüzlerinde bin bir çeşit ifade ile kafaları karışmış bir vaziyette Wein’e doğru döndüler. Wein ise olayların bu kadar çabuk ters yüz olmasından dolayı için için gülümsüyordu.
Bu kadar işte. Aradığım tepki buydu. İşe neresinden bakarsan bak altın madenini almamak saçma olurdu.
Altın madeninin Marden’in milli hazinelerden biri olduğunu söylemek mübalağa olmaz. Aslında, maden başkentten bile daha mühim olabilirdi. Wein teferruatlı tetkikatta bulunmamıştı ancak Marden’in sıkı güvenlik önlemleri aldığı gün gibi ortadaydı. Madene yapılacak saldırıyı onaylamak, Natra ordusunu yeni yapılmış savaştan silkinmeye çalışırken yeterli istihbarata sahip olmadığı bir yeri istila etmeye itecekti. Kâğıt üzerinde iyi bir hamle olmasının bir ehemmiyeti yoktu. Böylesi bir saldırı pervasızlığın, müsrifliğin ve aceleciliğin arş-ı âlâsı, evc-i bâlâsıydı.
Wein bittabi bunların farkındaydı. Bu hamleyi öne sürmesinin ardındaki neden Paşalarına istilanın manasız olduğunu göstermek istemesiydi.
Paşaların aklından ise şunlar geçiyordu:
Altın madenini ele geçirmemize imkân yok. İstila edeceksek başka bir yeri etmeliyiz. İyi de neresi? Marden’in doğusunda bu kadar değerli başka bir yer var mı? Yok. Altın madeni dışında hiçbir yer bu kadar değerli değil.
Bu büyük tekliften sonra diğer tüm alternatifler manasız görünmeye başladı. Bir iki ufak köyü ya da kaleyi ele geçirseler de bir altın madenine kıyasla ne değerleri olurdu ki? Bunu fark ettikleri vakit Paşaların istilaya karşı olan heveslerinin kırılacağının Wein pek tabii bilincindeydi.
Bununla birlikte fikirleri biraz değişecektir. Ancak hata yaptığım için beni affetmemeleri de mantıksız sayılmaz. Geri çekildiğimiz sürece buna razıyım gerçi.
Her şey Wein’in tasavvur ettiği üzere ilerliyordu ki kendisi çoktan zafer naraları atmaya hazırlanmıştı bile.
Paşalardan birisi kaskatı bakışları ile bu hazırlığı böldü. “Prens Hazretleri” Wein, onu Paşasının planın ne kadar pervasızca olduğuna ikna etmek için kafasını patlattığını sanıyordu. Paşasının itibarını kaybetmesini engellemek için Wein, onun bu saçma plana karşı olan ihtarından etkilendiğini nasıl iyice göstereceğini düşünüyordu ki “Dehânıza hayran kalmış vaziyetteyim.”
“Ha?” Wein duymayı beklemediği bu sözler karşısında şaşkınlıktan donakaldı.
“Jilaat altın madenini, devletli Prensimizin dediği üzere birincil hedefimiz olmalı.” Bir başka Paşa da buna katıldı.
“Söylemem icap eder ki Prens Hazretleri’nin altın madenini ele geçirmek için senelerdir yaptığımız planı fark ettiğini düşününce şaşkınlıktan nutkum tutuldu.”
“Ha?”
“Son raporlara göre altın madeni savunmasız vaziyette. Madende binden az asker konuşlanmış durumda. Askerlerimizin takip edeceği yolu teyit etmekle meşgulüz hâlihazırda.”
“Savaşta kesinlik diye bir husus yoktur fakat bu riski almaya değer.”
“Zaferimizi kutlarken Prens Hazretleri bir planı hayata geçirmeyi düşünecek kadar akl-ı selimmiş. Naçiz bir kulunuz olarak karşınızda saygıyla eğiliyorum.”
“Buyurun Prens Hazretleri, orduya emri hemen vermeniz icap eder.”
“Jilaat altın madenine saldıralım!”
“Prensimiz çok yaşa! Kılıcın değsin arşa!”
“Prensimiz çok yaşa! Kılıcın değsin arşa!”
“Prensimiz çok yaşa! Kılıcın değsin arşa!”
“Prensimiz çok yaşa! Kılıcın değsin arşa!”
“…”
Ninym, yardım et!
Ninym sakince gülümsedi. Özür dilerim, artık seni kimse kurtaramaz.
Böylelikle Natra Krallığı, Marden’in nasıl istila edileceği hususunda karar kılmıştı.
…
“Ezici bir zafer kazanmamış olsak onları durdurabilirdik.” diye esnedi Wein.
“Düşman generalini öldürmek yerine esir alabilseydim ateşkes ve barış şartlarını konuşabilirdik. Özür dilerim Wein.” Dedi Ninym.
“Teslim olma ihtarını reddettiyse senin bir günahın yok.”
“Haklısın.”
“Asıl mevzu atacağımız sonraki adım. Evvela, altın madeni hakkındaki istihbaratın sahte olmadığından emin olmalıyız.” Wein konuşmaya başladı.
“Sonra da erzak bağlantılarımızı gözden geçirip askerlerin moralini olabildiğince yüksek tutmalıyız.” Ninym devam ettirdi.
“Son olarak da Marden harekete geçemeden altın madenini ele geçirmeliyiz.”
Tüm bunları söylemesi yapmasından daha kolaydı.
Mantıklı bir yaklaşımları olsa da art arda yaptıkları ikinci muharebeleri olacaktı bu. Böyle giderse bir yerde muhakkak ki tökezleyeceklerdi. Ancak bu da herkesin eldeki durumla yüzleşip geri çekilmede kanaat kılmasına el verebilirdi. En azından Wein’in fikri bu yöndeydi, Ninym de ona katılmaktaydı.
Yani planın böyle olması gerekiyordu.
“Demek ele geçirdik ha?”
“Evet.”
Her ikisi de kafalarını pencereden çıkarıp dışarıya doğru uzun uzun baktı.
Işıldayan yıldızların gerisindeki kara göğü geniş bir gölge yarıp geçti. Jilaat altın madeninin gölgesi. Maden, Marden’in ana gelir kaynağıydı ki şimdi Natra tarafından ele geçirilmişti. Ninym ve Wein şu anda madenin eteklerine kurulmuş otağlarındaydılar.
“Madenin muhafızlarının bu kadar yüreksiz olduğunu kim bilirdi ki?”
“Pek bir kuvvetsizlerdi. Ufak bir akından sonra kaçıverdiler.”
“Burayı idame ettiren kişiler belli ki ceplerini iyi doldurmuş. Kralın bir gözünün bu tarz işlerde olması icap ederdi.”
“Bu bir yana, sıradaki hamlemizi düşünmeliyiz.”
“Doğru.”
İkisi beraber gittikçe büyüyen sorunlar listesine karşı sızlandılar.
….
Marden Krallığı’ndaki Elythro Sarayı’nı kime sorarsanız sorun herkes aynı şeyi, Marden’in altın madenine dayalı oluşmuş zenginliğinin tecessümü olduğunu, söyleyecektir.
Kral Fyshtarre elde ettiği paranın çokluğundan öylesine mutlu olmuştu ki dünyadaki en nadide mücevherlerle donatılmış bir sarayı, en iyi ustaları dünyanın dört bir yanından getirterek yaptırtmıştı. Sarayın inşasına hayli yüklü bir meblağ ödemişti. Herkes, bu sarayın tarihe geçecek derecede göz alıcı olmasını bekliyordu. Ancak meşhur ustaların, nadide mücevherlerin ve sonu gelmez paranın arasına karışmış bir başka maraz vardı. Bu maraz da adi kralın büyük beceriksizliğiydi.
Herkesin iyi bir tarafı vardır diye söylenegelmiştir. Kral Fyshtarre’nin iyi taraflarının neler olduğu ise hâlâ bir muamma fakat sanata yatkınlığının bunlardan biri olduğu söylenemez.
Mutlak otoritesi ve istibdat yönetimi ile, yok denecek kadar az olan mimari bilgisini ve şaibeli estetik zevkini bir tasarıma döküp kibirli bir şekilde mimarbaşına bu tasarımı yapmasını emretmişti.
Ustalar tüm maharetleri ile kralı bundan vazgeçirmeye çalışmıştı. Önünde sonunda kralın çocuksu tasarımını alıp eli yüzü düzgün bir saraya çevirmeyi başarmışlardı. Ortaya çıkan sonuçla gurur duymasalar dahi kabiliyetlerini meslektaşlarına göstermiş oldukları aşikârdı.
Bu bir yana, en yetenekli ustanın bile becerebileceklerinin bir sınırı vardır. Sarayın bitmiş hâli insanların içeri girmesini ve dışarı çıkmasını zorlaştırıyordu. Sarayın iç tasarımı ile dış tasarımı uyumsuzdu. Mobilyalarda ve döşemelerde de belli bir düzen yoktu. Azıcık aklı olan birisi bile sarayın hem estetik hem pratik olarak noksan olduğunu çok rahat idrak edebilirdi.
Vaziyeti kurtaran tek şey Kral Fystarre’nin pek aklı başında biri olmayışıydı ki bu sebeple tebaası da bu kusurların hiçbirini onun gözüne sokmayacak kadar akıllıydı. Fystarre itibarı olmayan bir kraldı. Umursamazca ve umarsızca, mükemmel sandığı sarayındaki mücevherli tahtında oturuyordu.
Ancak bu huzurlu sahne bir iki gün sonra kaybolup gitmişti.
“Durum çok kötü.” Koridorun aşağısında yürürken mırıldandı kendi kendine.
Herkes Elythro Sarayı’nın batı koridorunun gereksiz yere uzun olduğunun farkındaydı. Bu uzun koridoru, olgunluğa ermiş bir adam adımlarıyla arşınlıyordu.
Yuvarlak bir yapısı vardı. Hem de ne yuvarlak, kısa ve tombul yapılıydı. Bacakları ve kolları da hakeza kısaydı. Yüzü ve göbeği ise yuvarlaktı. Düşecek olursa bir şişe gibi yuvarlanacağı izlenimini uyandırıyordu.
Adı Jiva’ydı. Marden Krallığı’nın bir diplomatıydı ki uzun vakittir krallığın baş yetkililerinden biriydi.
“Acele etmem lazım.” Kendi kendine durmadan konuşan Jiva, beti benzi atmış vaziyette bekleme salonuna vardı.
Duvarların köşesinden kolonların gölgesine kadar tüm oda karmaşık bir biçimde tasarlanmıştı. Elythro Sarayı’nın standartları söz konusu olsa dahi oda abartılı derecede şaşaalıydı. Kral Fyshtarre’nin gözde odasıydı ki sabahki görüşmelerinin hepsini burada yapardı. Bugünkü acil durum toplantısının da bundan bir farkı yoktu.
“Ne demek oluyor bu?” Diye kükredi bir ses. Ses, tüm koridor boyunca yankılandı ve işitenlerin irkilmesine sebep oldu. “Natralı böcekler Jilaat altın madenini ele mi geçirdi?”
Odanın merkezinde uzunca bir masa vardı. Marden’nin baş yetkilileri de bu masanın etrafında toplanmışlardı. Masanın merkezinde ise Marden’in kralı Fyshtarre oturmuş, pancar gibi kızarmış suratıyla etrafındakileri tan ediyordu. Fazlasıyla şişman biriydi. Jiva’nın durumu irsî olsa da kralın şişmanlığının sebebi, lügatinde “az yemek” ifadesinin bulunmamasıydı.
Şu anda, görüş alanındaki herhangi bir nesne öfkesini kusacağı bir sonraki hedefi olabilirdi. Jiva’nın görüşünün altında, kullanmasını iyi bildiği bir zekâ yatıyordu. Kolonların gölgelerinden geçerek birinin sandalyesinin arkasında diz çöktü.
“Midan Efendi, geciktim bağışlayınız.”
Midan dediği yaşlı adam Hariciye Nazırı oluyordu. Diğer bir deyişle, Jiva’nın üstü.
“Geç kaldığına göre epey meşgul olasın Jiva.”
“Bağışlayın, elçi ile olan görüşmem uzun sürdü.”
“Haberin var, değil mi?”
“Maalesef ki var.”
“Arkada bekle şimdilik.”
Jiva emre uyarak kafasını eğdi ve kendini odanın köşelerinden birine atıverdi.
Odada yankılanan diğer ses Kral Fyshtarre’nin değildi.
“Kralım, hiddetlenmekte haklısınız elbet.”
Kral Fyshtarre’nin yanında oturan Holonyeh’in sesiydi. Kambur beli, solmuş görüntüsü ve meymenetsiz gülüşünden tahmin etmesi zor olsa da kendisi Divan-ı Muhasebat Nazırıydı.
Hain Jiva dudaklarını büktü.
Bakan, ağzını açtığı an yalnız Jiva’ya değil odadaki herkese rahatsızlık vermişti ki odadaki çoğu insanın yüzü ekşimiş ve moralleri düşmüştü.
“Böyle giderse durum daha da kötüleşecek. Hızlıca bu hâl ile nasıl başa çıkacağımızı mütalaa etmeliyiz.”
“Bu ne kibirli sözler.” Midan konuşmaya başladı. “Lort Holonyeh, altın madeninin idamesi, müdafaası dâhil olmak üzere, size emanetti ki hâlimizin vahametini gözler önüne sermeye çalışmak sizin üzerinize vazife değildir. Hele ki böylesine hayati bir madeni kaybetmemize sebep olduktan sonra. Yoksa gayeniz olup bitenleri bizden gizlemek midir?”
Midan’ın gözlerindeki korkutucu bakış yüreklere korku salıyordu. İzahat ile kabahatten kaçmaya çalışanları affedecek durumda değildi. Ancak Holonyeh de Midan kadar çetin cevizdi ki en ufak bir endişe belirtisi dahi göstermiyordu.
“Madeni savaşmadan teslim ettiğimizi düşünmeniz yanlıştır Lort Midan. Gelen raporlara göre muhafızlar Natra’nın istilasına göğüs gererek görevlerini ifa etmişlerdir.”
“O hâlde, maden nasıl oldu da ele geçirildi?”
Holonyeh tekinsizce gülümsedi. “General Urgio böylesi bir hezimete uğramamış olsaydı bunlar yaşanmayacaktı.” Holonyeh numara yapmaya devam ederek aptalı oynamaya başladı. “Şimdi düşününce generalleri tayin etme vazifesi Mahdialılara aitti. General Urgio’yu tavsiye edenler de onlardı keza. Gerçi, hiçbir işe yaramayanlar diğerlerine hep sıkıntı çıkarır ya. Öyle değil midir?”
“Sen neden…”
Geri gidilecek olursa Marden’in baş yetkilileri iki farklı gruptan tayin edilir.
İlki, Jiva’nın da dahil olduğu Marden’de doğmuş ve Marden’de büyümüş kişiler olup Marden’e hizmet etmek için seçilmiş insanlar olan Mahdialılardı. Tabii iç ihtilaf grup içerisinde mevcuttu. Ancak krallıklarına sarsılmaz bir sadakat ile bağlılardı.
İkinci grup ise Stella’ydı. Stella, başka bir ülkede doğmuş olup maharetlerinden dolayı yetkili mercilere getirilmiş insanlardan mürekkep bir gruptu. Ülkelerine olan sadakatlerinin zayıf olmasının yanında ülkeye gelmiş olmalarının sebebi de kendilerine teklif edilmiş yüksek maaşlardı.
Geçmiş yıllarda, iki grup arasındaki ihtilaf gittikçe büyümüştü. Önceleri Stella grubuna ait üyelerin sayısı organize olabilmeleri için azdı.
Bu hızlı değişime neyin sebebiyet verdiğine gelirsek tabii ki altın madeninin keşfiydi. Ondan beri, sarayın altı üstüne gelmişti. Maden keşfedilene dek Marden fakir ve ehemmiyetsiz ufak bir ülkeydi. Kıt kanaat bir devlet bütçesi ile ülkelerini idare etmeye alışmışlardı. Kimsenin akıl sır erdirmeyeceği bir sebepten ötürü felek yüzlerine gülmüştü.
Bu, birtakım şahin gözlü, ecnebi bürokratın ortaya çıkmaya başladığı vakitlere denk gelmişti. Holonyeh de bunların başını çekiyordu. Kendileri ile beraber tecrübelerini ve başarılarını da getirmişlerdi. Kral Fyshtarre’ye de başına konan talih kuşunu nasıl değerlendireceği hakkında yol göstermişlerdi.
Ancak bu kurnaz tilkiler siyasi ihtilafa yol açmakta daha bir maharetliydiler. Kendileri için avanak kralı oyuna getirmekten daha kolay hiçbir şey yoktu. Kral, yeni gelmiş bu ecnebilerin hepsini üst seviye makamlara tayin etmişti. Onlar da elde ettikleri gücü ve nüfuzu sonuna kadar kullanmaktan çekinmemişlerdi. Altın madenini yönetim şekilleri ile devletin kârı tavan yapmış ve kralın da ağzı kulaklarına varmıştı, öyle ki daha fazla ecnebiyi daha yüksek makamlara tayin etmeden duramamıştı.
Tabii, Stella’nın nüfuzunun gün geçtikçe artması Mahdia’yı hiç memnun etmiyordu.
Stella içinse diğerleri, yerliliğe verdikleri önemle göze batan çöplerdi. Bu durumla beraber iki grup arasındaki ihtilaf çoktan dönüşü olmayan bir yola girmişti bile.
“Mahdia’nın istediği şeyi yapmasına niçin izin verdik ki?” Diye devam etti Holonyeh. “Orduyu General Draghwood’un komutasına verseydik bunların hiçbiri olmayacaktı, biliyorsundur değil mi? Marden’in sadık bir vatandaşı ve kulu olarak bu vaziyetin bir rezalet olduğunu inkâr etmeyeceğim.”
“Sen mi Marden’in sadık bir vatandaşı ve kulusun?”
“Tabii. İftihar ederek söylüyorum ki burada, kralımıza ve vatanımıza benden daha çok hürmet eden kimse yoktur.”
Natra’nın istilasına karar verildikten sonra iki grup da orduya kimin serdarlık edeceği hakkında hararetli bir tartışmaya girmişlerdi. Mahdialılar Urgio’yu, Stellalılar ise Draghwood’u önermişti. Nihayetinde, kazanan Mahdia olmuştu fakat işler pek de yolunda gitmemişti.
Artık katlanamıyorum. Jiva derin bir iç çekti.
Mahdilalılardan biri olsa da siyasi çatışmalardan uzak durmaya bakıyordu. Herkesin, kendilerinin ve gruplarının menfaati uğruna ülkenin menfaatini göz ardı etmesi onu tiksindiriyor ve hatta çileden çıkarıyordu.
“Yeter zırvaladığınız!” Fyshtarre, Holonyeh ile Midan arasındaki çatışmayı bağırarak böldü. “Savaş meydanından kaçıp dönenleri kendi ellerimle parçalayacağım. Ancak şu anki mesele altın madeni. Holonyeh, bir planın var değil mi?”
“Elbette. Büyük bir plan olmasa da iş görür. Muharebeyi General Urgio’nun şahsi hataları yüzünden kaybettik. Bir dahaki savaşta serdarlığın General Daraghwood’a verilmesi gerekir.”
“Dur orada.” Diye böldü Midan konuşmayı. “General Urgio’nun Natra’yı küçümsediği aşikâr. Bu da bir hezimete sebebiyet verdi. Ancak sadece komutan değişimi ile tüm sorunlarımızın çözüme kavuşacağını düşünmek pervasızca değil mi? Özellikle düşman askerleri madende istihkâm kurduğu vakit ortalama bir kuvvet…”
“O vakit, bu sefer üç kat daha fazla asker gönderelim. Bu sayede onları ezip geçeriz.”
“Saçmalama! Bu, hudutlarımızın müdafaasını ihmale sebep olur. Kavalinu’nun hemen tepemize binmek için fırsat kolladığını unuttun mu yoksa?”
“Tam da bu yüzden üç kat asker göndermeliyiz işte. Altın madeninin güvenliği ülkemizin birincil önceliğidir. Onu geri almak için oyalanırsak Kavalinu bizi gözünde zayıf beller. O madeni, komşu ülkeler savaşa dâhil olmadan evvel, derhâl geri almaktan başka çaremiz yok. Tabii başka bir öneriniz varsa onu duyalım Midan Efendi.”
Midan gözünü Kral Fyshtarre’ye çevirip meramını dillendirdi. “Kral Hazretleri, Natra ile uzlaşmamız gerektiği kanaatindeyim.”
“O haddini bilmez istilacı itlerle masaya oturalım diyorsun?” Fyshtarre’nin yüzü karardı.
Midan cesurca devam etti. “İlk olarak büyük bir ordu toplamamız zaman alacaktır. Toplama süreci tamamlansa dahi madeni geri alıp alamayacağımız muamma. Natra ile olan savaş uzarsa sorun çıkarır. Natra ile masaya oturup madeni onlara vereceğimiz bir yol bulursak daha hızlı ve daha güvenli bir şekilde…”
“Saçmalayan sensin asıl!” Holonyeh araya girdi. “O madenin değerini bilen kim onu bırakmaya cüret eder?”
“Natra madene sahip olursa diğer ülkelerin hedefi hâline gelir. Üstüne üstlük, Natra o madenin iaşesini ve idaresini üstlenmek zorunda kalacaklar ki madenden dişe dokunur bir fayda görebilsinler. Tüm bunlar, insan gücü kısıtlı bir ülkenin yapabileceklerinin dışında. Bu kadarını da anlıyorsundur herhâl.”
“Hmph.” Holonyeh bir an tereddüt etti fakat çok sürmeden kafasını sağa sola salladı. “Natra bunu kabul etse dahi ödedikleri bedel, madenin değeri ile orantılı olacaktır.”
“Masada pazarlık yapabiliriz. Kral Hazretleri istirhamım bu meseleyi bana bırakmanızdır.”
Fyshtarre iki yardımcısının da görüşlerini dinledikten sonra gözlerini kapadı ve usulca iki seçeneği de değerlendirdi. Sonrasında ise gözlerini Holonyeh’e dikti.
“Holonyeh General Draghwood’u çağır. Tez vakitte ordu toplayıp Natralıların üzerine yürüsün.”
“Emr ü ferman yüce kralımızındır.”
“Kral Hazretleri!” Diye yakardı Midan.
Kral hâlâ dahi durumu kabullenmeyi reddeden Midan’a üstünkörü bir bakışla “Eğer bu meseleyi Natralılar ile konuşmakta çok ısrarcıysan git konuş ve bana bunu yapabileceğini kanıtla. Uzlaşmaya varmak için askerler toplanıp yürümeye başlayana kadar vaktin var.”
“Emr ü ferman yüce kralımızındır.”
Birkaç ufak teferruat da giderildikten sonra toplantı bitirildi. Soylular odadan çıkarken Jiva Midan’ın yanına gelip diz çöktü.
“Olanları duydun değil mi?”
“Evet, duydum.”
“Derhâl istihbarat toplayıp altın madenine doğru yola revan ol. Onları, madeni ne olursa olsun, bize vermeleri hususunda ikna et. Mahdia’nın itibarını zedeleyecek bir eylemden kaçınmalıyız.
“…”
“Jiva?”
“Emredersiniz. Mesele ile ilgilenmek üzere hemen yola koyuluyorum.”
Jiva durum hakkında kendi görüşlerini söyleyemeden oradan ayrıldı ki bu da onun işinin bir parçasıydı. Ayrıyeten, kabul etse dahi o kadar büyük bir orduyu toplamak riskli olurdu.
Bu kadar kısa sürede ne kadarını yapabilirim ki?
Yüreğinde onu yavaşlatan dev bir endişe yumrusu ile Jiva vazifesini ifa etmek için yola koyuldu.
…