Dâhi Prens’in Ülkeyi Borç Batağından Kurtarma Kılavuzu. (İhanet ne olacak ya?) - C1 Bölüm 3.2
- Home
- Dâhi Prens’in Ülkeyi Borç Batağından Kurtarma Kılavuzu. (İhanet ne olacak ya?)
- C1 Bölüm 3.2 - HER ŞEYİN FAZLASI
Çeviri: MrVeraguth
Özet
Bu zayıf ve küçük ülkenin Prensi yalnızca tek bir şey için çabalıyor. Ülkesini satıp rahat bir emeklilik hayatı sürmek. Ne yazık ki bu yolda en büyük kösteği kendi dehası oluyor. Daha büyük işler başardıkça tebaasından daha fazla saygı ve sempati kazanıyor. Bu da hayalini gerçekleştirmeyi daha da zorlaştırıyor.
3. BÖLÜM: HER ŞEYİN FAZLASI (2. KISIM)
Ninym Ralei erken kalkan biriydi. Tan ağarır ağarmaz uyanmayı alışkanlık edinmişti. Neticede, gün ışığının israf edilmek için çok değerli olduğu bir çağda yaşamaktaydı.
Ayrıyeten, bir seferdeydi ki bu sebeple gaz yağlarını ve mumları israftan kaçınmalıydı. Bu da şafak sökerken uyanmayı en etkili yöntem kılıyordu.
Kalkar kalkmaz yaptığı ilk iş yıkanmak oldu.
“Oh”
Natra Jilaat altın madenini ele geçireli bir hafta olmuştu.
Natra’nın askerleri madenin eski idarecilerine iş başı yaptırmış ve kendilerini geçici karargâhlarına da alıştırıvermişlerdi ki nihayetinde işler yolunda gitmeye başlamıştı. En nihayetinde, Ninym rahatça yıkanabilirdi.
Yani, dışarıda nasıl davrandığı görüldüğü vakit Ninym’in yıkanma fiiline aşırı manalar yüklediği aşikârdı. Kendini kaynar suyun akışına bırakamıyor ya da tenine kokulu yağlardan süremiyordu. Bir kadın olarak ihtiyaçlarını giderecek birkaç lüks eşyayı delicesine arzuluyordu. Tabii, aklı başında bir yaver olduğundan bu dürtülerine hâkim olabiliyordu.
O hâlde, gidip onu uyandırayım.
Küvetten dışarı adımını attı ve Wein’in odasına doğru yola çıkmak için koridoru arşınlamadan evvel kurulanıp giyindi.
“Yaver Hanım, yine erkencisiniz.” İki muhafız kapının önünde durmaktaydı.
“Kendimi uykuya kaptıramam. Prens Hazretleri de kaptıramaz. Rapor verilecek bir şey oldu mu?”
“Bir şey olmadı Efendim. Etraf sütliman. “
“Güzel, güzel.”
Muhafızlar kapıdan çekilip Ninym’in Prens’in odasına girmesine izin verdiler.
Mütevazı bir odaydı. Ordu burayı ele geçirdiği vakit askerler binadaki eşyalara el koymuşlardı. Binanın eski sahibi en kıymetli eşyaları alıp kaçmıştı. Bu sebeple askerler pek bir şey yağmalayamamıştı. Değerli metalar geçilirse odada Natra’nın en değerli ikinci eşyasını barındırıyordu.
O da Wein Salema Arbalest’ti ki kendisi uyuyordu.
“Wein.” Ninym Wein’in kulağına fısıldadı.
Wein uyanmadı. Ninym bunu önceden kestirmişti. Wein uyumaya bayılır, uyanmaktan ise nefret ederdi. Eğer Ninym müsaade etse Wein gün ortasına dek bir kütük gibi uyuyabilirdi. Ancak güneşin ışığı pencerelerinden geçip gözünü aldığı vakit uyanırdı.
Şu anda Ninym’in yapacağı en iyi şey perdeleri açıp gün ışığının içeri girmesine izin vermek ve Wein’in kulağına neşe dolu bir sesle fısıldamak olurdu. Wein yalnız o vakit uyku sersemi gözleri ile sıcacık yorganının altından kıvrılırdı.
Fakat Ninym’in bugün bunları yapma havasında değildi. Elini çenesine ve çenesini de Wein’in yastığının yanına koyarak onun uykulu yüzünü izlemeye başladı. Arada bir Wein’in uyumasını izlerdi. Bu, onun rıfk ve şefkat anıydı.
“Mnn… Hrnnnm.”
Diye inledi Wein. Gırtlağından anlaşılmaz sesler çıkardı. Ne hakkında rüya görüyor olabilirdi ki? Bir kâbus değildi zira yüzü pek sakin pek neşeliydi.
Rüyasında beni görüyor olabilir mi?
Ninym’in bunu bilmesine imkân yoktu. Ancak düşüncesi dahi onu mutlu kılmıştı.
Bugün Wein’in en sevdiği kahvaltıyı hazırlayayım.
Marden’de seferdeyken şefler ya da yemek servisi gibi lükslere sahip değillerdi. Bu da Wein’in yemeklerinden sorumlu tek kişiyi Ninym yapıyordu. Aşçılıktaki mahareti saraydakilerle boy ölçüşemezdi fakat eldeki vaziyet düşünüldüğünde yaptığı yemekler, icap ettiği üzere, pek mükellefti zira onları yiyen Prens idi neticede.
Ninym, yemeği latif hislerle ve fikirlerle çeşnilerken Wein’in uykusunda konuştuğunu işitti. Birkaç kelimesini anlayabildi. “Memeler, büyük ve yumuşak.”
“…” Ninym kendi göğsünü yokladı.
Eh, pek büyük ve yumuşak sayılacak hâlleri yoktu. Wein’in en sevmediği yiyeceklerden mükellef bir kahvaltı hazırlamayı kafasına koydu.
Öfkesini dindirir diye tekrar Wein uyurken yüzüne bir baktı.
Siması biraz daha erkeksi duruyor sanki. Wein’in kâkülünü elledi. Gün geçtikçe uzuyor. Ufakken aynı boydaydık. Şimdi ise ben fark edemeden beni geçti. Boy pos atmış.
Ninym’e gelince büyüme çağının sonunda olması da bir ihtimaldi. Vücudunun hatları giderek kadınsı ve yuvarlak bir hâl almıştı fakat şimdilik göğüslerine değinmekten içtinap edelim.
Aralarındaki ilişki çocukluktan beri değişmemişti. O vakitler, birbirlerini omuzlarından tutup yamaçlarına çekebilir göğüslerini özgürce teşhir edip memeler hakkında konuşabilirlerdi. Karşı cinslerden olmalarının hiç ehemmiyeti olmamıştı.
Bazen bu samimiyeti koruyabildikleri için mutluydu fakat bazen de fikirlerine şüphe zebellâ misali çöküyordu. Hissiyatı ne olursa olsun Wein her an onun yüreğini hoplatıyordu fakat bu heyecanını sakin duruşunun arkasına gizlemeyi başarmıştı. Yine de acaba hiç farkına vardı mı diye düşünmeden edemiyordu fakat bunun olma ihtimali düşüktü.
Belki de çoktan farkına varmıştı fakat mahsus böyle davranıyordu.
Wein’e bir güzel sövdükten sonra yüzüne bıyık ve kaş çizmeyi aklından geçirdi bir an ama kafasını sallayarak bu düşüncelerinden kurtuldu.
Artık onu uyandırmalıyım
Ninym odaya henüz girmiş gibi davranarak Wein’in yatağından uzaklaşarak perdelerin yanına vardı. Işık içeri akın edip Wein’in gözünü aldı.
“Wein kalk. Sabah oldu.” Ninym çığırdı. Artık onu, kendine ve yalnız kendine saklayamayacağını anlamıştı. Wein, yalnız gece ve gündüzü ayıran o anda onundu.
…
“Artık bizim olduğuna göre madenden elimizden geldiğince yararlanmaya bakalım.” Wein penceresinden dışarı bakarken cümlesini böyle noktaladı.
“Emin misin? Kontrolü için bizimle savaşsalar bile mi?” Ninym Wein’in yanında durmuş endişelerini dillendiriyordu.
Altın madeninin kendi kendini idame ettirmesi muhtemeldi. Madenciler ve aileleri madenin çevresinde yaşamaktaydılar. Natra’nın işgalini takiben başlayan kargaşadan sonra askerle asayişi tekrar berkemal yapmışlardı. Buranın sakinlerini iş birliği yapmaya ikna etmek zor olmasa gerekti.
Tabii, Marden yeni bir ordu toplayıp madeni geri almaya gelecekti. Altın madeninin değeri onlar için hayatiydi. Yenilenmiş ve güçlenmiş Marden ordusu varını yoğunu ortaya koyarsa Natra’nın perişan olacağı aşikârdı. Ancak Wein bunu çoktan hesaplamalarına eklemişti.
“Kaybettiler. Bitti. Şimdi madenden vazgeçersek bir lider olarak bana duyulan itimat ve askerlerimizin morali dibe vuracaktır.”
Ninym buna karşı çıkamazdı. “O hâlde, Marden’in madeni ele geçirmesini engellememiz gerek.”
“İlkin arazinin özelliklerini öğreneceğiz. Ufak çaplı keşiflerde ve gözlemlerde bulunduk fakat bu yeterli değil. Madeni ve çevresini avucumuzun içi gibi bilmeliyiz.”
“Kaçınılmaz olduğunu biliyordum fakat dişe dokunur bir evrak yahut bilgi ele geçiremedik.”
Madenin muhafızları hemen geri çekilmişlerdi yalnız madenle alakalı neredeyse tüm mühim evrakı ve kaydı da kaçarken yakmışlardı. Bir kriz yahut teslimiyet anında yapmaları gereken buydu belli ki.
“Af buyurun.” Kapı aniden çalındı. Raklum içeri girdi. “Prens Hazretleri, sürmekte olan birkaç teftiş için malumat vermeye geldim.”
“Âlâ, başla bakalım.”
“Sizin desteğiniz sayesinde bölge sakinleri ile olan ilişkilerimiz iyileşiyor. Sakinlere erzak yardımı yaptık ve şu anda da yeni evler inşasına başlamış bulunmaktayız.”
“Böyle olması icap ederdi zaten. Hele ki bizim gelişimizden evvel nasıl bir muamele gördüklerini düşününce.” Dedi Ninym. Konuşma tarzı Raklum odaya girer girmez değişmişti.
Natra ordusu Mardenli muhafızları defederek madeninin kontrolünü ele geçirmişti. Tabii maden, madencilerin ve ailelerin yaşadığı ufak bir banliyöye de sahipti. Natra ordusunun maruz kaldığı manzara ise derme çatma evlerde ikamet eden kemikleri sayılabilen zavallı insanlardı. Köle yahut zorla çalıştırılan suçlular oldukları aşikârdı. Aralarında muktedir insanların kaprisleriyle, iftiralarla itham edilmiş masum insanlar da vardı.
Madendeki iş yükü ağırdı. Yemeye değer yiyecek de hak getire. Hekim falan da hakeza. Evlerin ekseriyeti bir araya getirilmiş birkaç parça metalden ibaretti. İşçilerin çoğu da birkaç seneden sonra ölüyordu. Bu vahim vaziyeti gören Wein, yiyeceklerin adam akıllı dağıtıldığından emin oldu ve askerlerine bölge sakinleri için basit barınaklar yapmasını emretti. Bölge sakinleri duydukları minnette müttefikti.
Bunların hepsi Wein’in planı dâhilindeydi. Kaynak harcıyor oldukları bir gerçekti fakat bölge sakinlerinin iş birliği altın çıkarmak için elzemdi. Marden ile olan savaş ufukta büyürken onlara isyan edecek bir sebep vermek akıllıca olmazdı.
Ayrıyeten, bu tarz bir verimsizlik çok büyük bir israf demek.
Ölüm yalnızca iş gücü kaybı anlamına gelmez. Tecrübe ve irfan kaybı manasına da gelir. Madencileri ehemmiyetsiz olarak görüp ölmeye terk etmek maden sanayisi için çok büyük bir kayıp olurdu.
“Harita işi ne âlemde?”
“Çevre bölgenin keşfi ve haritaya dökümü birkaç güne bitmiş olur fakat madenin tünelleri dallanıp budaklanıyor. Bu sebeple, onları tam olarak anlamamız biraz zaman alacaktır. Madencilerle teşrik-i mesai içerisindeyiz. Ancak devir hızının bu kadar yüksek olmasından dolayı bu hususta tecrübeli birini bulmak biraz…” Raklum’un sesi git gide kısıldı.
“Pekâlâ, planı devam ettirip görelim. Başka bir husus var mı?”
“Evet. Bir husus daha var.”
“Anlat bakalım.”
“Bölge sakinlerinden birisi huzura kabulünü bekler.”
Wein kafasını merakla çevirdi. “Bir maruzatı varsa onları dinleme yetkisini sana vermiştim.”
“Ben de böyle söyledim fakat huzura kabul edilme hususunda ısrarcı davrandı. Geçmişini tektik ettim. Görünen o ki bölge halkının temsilcilerinden biri olan ara buluculardan biri.”
Wein ve Ninym’in gözleri buluştu.
“Ne dersin bu işe Ninym?” Wein sual etti.
“İşin içinde var bir çapanoğlu ama kabul etmek icap eder zannımca.”
“Doğru. Raklum, çağır bakalım şu adamı.”
“Emredersiniz.” Raklum kısaca dışarı çıktı.
Çok geçmeden yanında vücudunda bir damla mecal kalmamış zayıf bir adamla çıkageldi. Bölge halkının çoğu zayıftı ancak bu adamın zayıflığı başka bir seviyedeydi. Muhtemelen bir fiske vurulsa yere düşerdi.
Ancak bu, önünde diz çökmeye hazırlanan adamı süzen Wein’in aklına gelen tek şey değildi.
“Prens Hazretleri, beni huzurunuza kabul ettiğiniz…”
“Pelynt.”
Adamın kafası, ismini duyunca insiyaki olarak kalktı.
“Marden’in yüksek seviyeli yetkililerini araştırırken senin bir tasvirini görmüştüm. Şimdi çok farklı görünüyorsun ancak sen olduğuna şüphe yok.”
“Önseziniz hakkındaki söylentiler doğruymuş demek ki. Onur duydum.” Tekrar kafasını eğdi. “Adım Pelynt. Birkaç sene evvel Marden sarayında görev yapıyordum.”
“Siyasi bir ihtilafta mı sana galebe çaldılar?”
“Evet. Görüyorum ki önseziniz sınır tanımıyor maşallah. Servetim elimden alındıktan sonra buraya sürüldüm.”
“Yani ülkemde yeni bir hayat kurmayı mı istiyorsun?”
Makul olan tek açıklama buydu ancak Pelynt, Wein’i şaşırtarak, kafasını salladı.
“Evet. Ancak bugün burada bulunmanın sebebi bu değil. Size bir hediye hazırladım. Sizden istirhamda bulunmadan evvel… Bu sizin için.” Pelynt Wein’e lime lime bir parşömen parçası uzattı.
Ninym aracı görevini üstlenerek hediyeyi Wein’e takdim etti. O da muhtevasına bir göz gezdirdi.
Gözleri parşömeni şaşkınlık içinde süzdü. “Bu, madenin içinin bir haritası!”
“Evet. Madenin tam bir replikası. Her bir tünel dâhil.”
Wein bu harita için canını verirdi. Madenin ince hatlarını tasdik etmesi gerekliydi fakat bu haritaya sahipken atacağı bir sonraki adım değişmeliydi.
“Bunu neden bana veriyorsun?”
“Prens Hazretlerinin ihtiyacı olacağını düşündüğümden yakılmadan evvel çaldım.”
“Bu paha biçilemez bir şey.” Ancak bu, Wein’in donakalmasına sebep olmuştu. Bu adamın aklından ne gibi bir karşılık geçiyordu?” “Söyle bakalım Pelynt. İstediğin nedir?”
“Tabii.” Pelynt derin bir nefes aldıktan sonra bütün kuvvetini karın boşluğuna toplayıp konuşadurdu. “Lütfen, maden sakinlerini terk etmeyiniz.”
“Ne?” Beklenmeyen bu sözler karşısında Wein kaşlarını çattı.
Şaşkınlık, yüzü özellikle nahoş biçimde ekşimiş olan Raklum’dan Ninym’e de sıçradı.
“Haddini bil de konuş Pelynt.” Raklum uyardı sinirlice. “Prens Hazretlerinin insanlarınız için çektiği ıstıraplardan haberin yok mu zaten? Buna saygısızlık etmek ne haddine?”
“İstediğim şey de tam olarak buydu.” Raklum’un sert bakışlarının sayesinde Pelynt tereddüt etmeden konuşmaya devam etti. Önünüzde saygıyla eğiliyorum fakat Prens Hazretleri böylesine erdemli biri olmasaydı haritayı para karşılığı satıp buradan çok uzaklara kaçmıştım bile. Ancak Prens Hazretlerinin bu kadar asilce kendini adamasını gördükten sonra bunu bir sır olarak saklayamazdım.” Diyerek bir kâğıt yığını çıkardı.
“Bunlar ne?”
“Madenden çıkarılanlara dair gizlice yazdığım evraklar. Bir göz atınız.”
Odadaki tansiyon gerildikçe Ninym evrakları nazikçe alıp Wein’e verdi. Wein umutsuzluğa kapıldı. Pelynt’in dediği gibi bu, madendeki altının, madenin ilk günlerine kadar giden bir dökümüydü. Wein okumaya devam etti.
Son girdiye yaklaştığında durdu. “Bu, gerçek değil, değil mi?”
“Maalesef ki yazanlar doğru.” Pelynt üzgünce açığa vurdu. “Maden tükeniyor.”
…
Jilaat madeninden çok uzakta olmayan ufak bir kasaba vardı. Sanayiyi engelleyen sorun ya da problem namına bir şey olmayan sakin bir yerdi.
En azından evvelden öyleydi. Şu anda komşu kasabalardan gelen askerlerin Natra ordusunu gözlemlemek için toplandığı içtima noktasıydı. Kasabadaki atmosfer yoğun ve güvenlik sıkıydı. Vasıtası ve bağlantıları olanlar uzaklara sığınmışlardı ancak diğerleri hayatlarını nefeslerini tutarak yaşamaya devam ediyordu. Kasabaya yolu düşen biri vardıysa ya delidir ya da birtakım olağan dışı durumları vardır.
Jiva ikinci gruptandı. Daha güzel günler görmüş geçirmiş bir handa kalıyordu.
“Ve böylece maden sakinleri hakkındaki raporumu bitirmiş oluyorum.”
“Âlâ.”
İki adam bir odadaydı. Birisi Madenli diplomat Jiva, ötekisi ise onun şahsi casusuydu. Jiva, kendisi bir uzlaşma masası kurmak için kasabaya doğru yola koyulduğunda onu Natralıların üssüne, uzlaşmaya gönülleri var mı diye ağızlarını yoklamaya yollamıştı. Birkaç gün sonra casustan haber aldı fakat kulaklarına inanamadı.
“Madencilerin böylesine kötü bir muamele gördüğünü düşünmek bile…”
Jiva’nın suratı utançtan düştükten sonra odadaki yegâne sandalye gıcırdadı. Madencilerin insanlık dışı bir muameleye maruz kaldıklarına dair duyumlar almıştı. Maden Holonyeh’e emanet edilmişti ve Mahdia’nın onu sorgulama yetkisi yoktu. Hele ki maden her zaman kâr getirir hâldeyken.
Hayır, tek sebebi bu değil. Herhâlde Mahdia’nın ileri gelenlerini de yanlarına çektiler.
Krallığın cüzdanını ellerinde tuttukları yetmiyormuş gibi Holonyeh’in adamları siyasi ihtilaflarda muharrik olmakta da maharetlilerdi. Bu hususlarda birkaç sözle Mahdialıların aklını başından almak çok zor değildi. Üstleri sessiz olduğu sürece astların da bir şey söylemeye dili varmazdı. Jiva’nın içinde bulunduğu vaziyet de buydu. Sürüden ayrılmaya çalışanlarsa, doğal olarak, çok ilerleyemeden kurtlara yem olurdu.
“Natra’nın onları çalışmaya zorlamadığından emin misin?” Sordu Jiva, istekli bir eda ile.
“Eminim. Çalışmaya zorlamak bir yana, yiyecek ile barınak da sağlamışlar madencilere. Haşa huzurdan, af buyurun, madenciler artık Natralılardan yanadır.
“O kadarını ben de biliyorum.”
Onlara köle muamelesi yapan bir ülkeye karşı hiçbir sadakatleri olmamıştı hâlihazırda. Bölge sakinler için Marden bir zalimdi. Natra ise kurtarıcıları.
“Prens’in her daim hakkaniyetli ve müşfik bir genç olduğunu işitmiştim. O ki söylentiler gerçekmiş. Askerleri ne âlemdedir?”
“Civar araziyi araştırıp coğrafi özelliklerini anlamaya çalışıyorlar. Daha yeni temelini atıyorlar fakat bir kale inşaatına da başlamışlar.”
“…”
Natra, Marden ile olan savaşlarına savunmalarını güçlendirerek hazırlanıyordu. Bu mevzuya artık kaygısızca yaklaşılamazdı. Jiva karar kıldı.
“Onlara gidip temsilci olarak konuşmaktan başka çarem yok.”
“Bu tehlikeli olabilir. Öldürülebilirsiniz.”
“Bunun bile altından kalkamazsak bir ilerleme kaydedilemeyecek. Prens’in hakkaniyetine sırtımızı yaslayabiliriz umarım.”
Kararlı bir ifadeyle Jiva altın madenine doğru yola çıkmak için hazırlanmaya başladı.
…
Bu sırada Wein ölü gibi bir ifade ile iç çekip masasının üstüne yığıldı. “Uwaaaagh.”
Bu kişinin Marden’in diplomatının öve öve bitiremediği kişi olduğuna inanmak oldukça güçtü.
“İki dakika laçkalaşmasan olmuyor. Düzgün dur.” Dedi Ninym.
Ancak sesinden her zamanki metanet ve gücün eksikliği hissedilebiliyordu. İlk kez de olsa hisleri Wein ile aynıydı bu hususta.
“Tükeniyor. Bir deri bir kemik kalmış insanlar gibi kupkuru bir maden diyorum! Tabii! Bendeki bu şansla ancak şu vakte denk gelirdi zaten. Buraya kadar onca yol teptik. Maden’i ele geçirdik. Marden ile savaştık. Tam kazandık derken her şey boka sarıyor. Neden bunların hepsi benim başıma geliyor ki?”
ÇN: Pek rengine aldanma felek eski felektir/ Zîrâ feleğin meşreb-i nâ-sâzı dönektir.
Haritayı aldığından beri Wein, Pelynt’in evraklarının aslı astarı olup olmadığını araştırıp duruyordu.
Netice ise evrakların doğruluğunu tasdik eder nitelikteydi. Kuşkuya yer yoktu. Altın madeni tükeniyordu. Tabii Wein de umutsuzluk ve keder içindeydi. Eğer bu işten zararlı çıkacak tek kişi olsa üzerine bir bardak soğuk su içilebilir yahut bir kahkaha ile feleğin dönekliğine gülünüp geçilebilirdi ancak söz konusu ulusal strateji olunca işler farklı bir hâl alıyordu. Böylesine bir gaf, böylesine bir ahmaklık için onu kim affedebilirdi ki?
“Ancak boş boş oturmayı da göze alamayız.” Dedi Ninym Wein’e sesleniyormuşçasına görünüp sesli düşünüyordu. “Sıradaki adımımızın ne olacağına karar vermeliyiz.”
“Evet. Geri çekilmekten başka çaremiz yok.” Wein kasvetli bir eda ile kafasını masasından kaldırarak konuştu. “Savaştık çünkü bu madenin bir şeye değer olduğunu düşünüyorduk. Ele geçirip müdafaa etmemizin ardındaki tüm maksat, tüm mana buydu. Kıymetini korumak. Ya şimdi? Şimdi bir altın para bile zor eder. Zararın neresinden dönersek kârdır zihniyeti ile burayı çabucak elimizden çıkarmalıyız.
Mantıklı olan buydu. Burada oturup bunu mütalaa ettikleri vakit dahi ordu burayı idame ettirmek için masraf ediyordu. Hele ki düşman topraklarında oldukları da göz önüne alınırsa burayı ne kadar erken terk ederlerse o kadar iyiydi.
“Verdiğimiz söze ne olacak ya? Pelynt’in halkına bakma sözümüze.”
“Yani teknik olarak yalnız insanlara bakmamızı istedi, madene değil. Bizimle gelmek isteyenleri yanımıza alırız tabii. Sonuçta krallığımız, gidecek başka yeri olmayan yahut başka bir geleceği ya da gelecek umudu olmayan insanların inşa ettiği kozmopolit bir mekân. Bu insanlar da çok farklı değil. Onları bizim hâlihazırda etnik ve kültürel bakımdan çorba olmuş krallığımıza katmak kimseyi kızdırmaz.”
“Doğru.” Diye belirtti Ninym. “Madencilere salık verip geri çekilmeye başlayalım mı?”
“Hayır, henüz değil.”
“Niye ya?”
“Şu an çekilirsek illa sızlananlar ve dem vuranlar olacaktır.”
Eğer Wein bu araziyi geri verme hususunda ferman verseydi bu durum hiç şüphesiz ordunun ve ulusun onurunu etkilerdi. En azından bir tür bahane bulması gerekiyordu.
“Askerlere doğruyu söyleyemez miyiz? Eğer herkese söylememek hususunda Nuh deyip peygamber demiyorsan en azından Paşalarımızla paylaşabiliriz belki?”
“Önünde sonunda haberler askerlere ulaşacaktır. O zaman da bana olan güvenleri yerle yeksan olur. Dikkatli olmazsak bazıları hınçlarını madencilerden çıkarmaya çalışabilir.”
“O hâlde, Marden bir ordu daha yollayana kadar böyle oturacak mıyız?”
“Evet. Üstümüze devasa, eşi benzeri görülmemiş bir ordu yollayacaklardır. Askerlerimiz de onların sayıca ne kadar üstün olduğunu görünce geri çekilme kararımı tasdik edeceklerdir. Herhâlde.”
Ardı arkası kesilmeyen sürprizler, talihsizlikler ve kahpe feleğin oyunları sağ olsun bu yarım yamalak plan Wein’in aklına gelen en iyi plandı.
“Başka bir ülkeye satmaya ne dersin ya? Madenin ahvalini onlara söylemeden tabii. Kavalinu olur belki?” Diye öneride bulundu Ninym.
Pelynt’e göre maden Holonyeh’in idaresindeydi. Evraklar devlet görevlilerin elinden geçtikçe her bir memur madenin kârını olabildiğinden daha yüksek göstermişti ki ceplerine birkaç altın daha fazla atabilsinler. Holonyeh’in bile artık neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilmeme ihtimali de mevcuttu.
Bu da yalnızca Pelynt, Wein, Ninym ve toplantı sırasında mevcut olan diğerlerinin madenin ahvalinden haberdar kişiler olduğu anlamına geliyordu. Ters seçim yolu ile madeni başka ülkeye satmaları da mümkündü.
“Bunun altından kalkmak kolay olmayacaktır. Yeteri kadar zamanımız yok ve çok uzun sürerse Marden ile karşı karşıya kalmak zorunda kalacağız. Bu olursa kâr ihtimalimize elveda diyebiliriz. Satış işlemi gün yüzüne çıkarsa bize tutacakları garezden bahsetmiyorum bile.”
Zor bir karardı. Uğruna kan ve ter döktükleri bu yeri öylesine bırakıp gitmeyi bir türlü hazmedemiyorlardı.
Bu yeri alacak alıcıyı nereden bulacağız ki?
Wein’in kafasındaki çarklar dönmeye başlamıştı ki ofisin dışındaki kargaşadan dolayı duruverdiler.
“Ne oluyor acep?” Diye sordu Ninym.
Camdan dışarı beraber baktılar. Birtakım askerin alelacele koşuşturduğunu gördüler. Saldırı altında olduklarını düşünecekti ki kapı çalındı.
“Prens Hazretleri, af buyurunuz.” Raklum biraz nefes nefese kalmış hâlde huzura girdi.
Wein hemen elzem soruyu sordu. “Saldırı altında mıyız?”
“Hayır.”
Wein, Raklum’a devam etmesini dileyen bir bakış attı. Ee, ne oldu ya?
“Bir sefir geldi. Marden’den bir sefir.”
“—“ Wein’in göz bebekleri büyüdü ancak aldığı haberden dolayı değil.
Birdenbire bir ilham, bir fikir gelmişti Wein’e.
Raklum devam etti. “Sizin huzurunuza kabulünü isterler. Ne arzu edersiniz?”
“Adı nedir bu sefirin? Neye benzer?”
“Adının Jiva olduğunu söylediler. Marden’in bir sefiriymiş. Hâl ve hareketlerine bakılırsa üst düzey bir devlet yetkilisi olduğuna şüphe yok.”
“Adı tanıdık geliyor. Tanıyor musun, Ninym?”
“Evet. Sarayın bir üyesi olduğunu hatırlıyorum.”
“Raklum, onu kabul odasına götür. Ben de birazdan orada olacağım. Misafirmişçesine ağırlayalım kendisini.”
“Emredersiniz.” Raklum arkasını dönüp huzurdan ayrıldı.
“Ninym, konuğumuzun rahat ettiğinden emin olmanı istiyorum.”
“Hemen alakadar olu…” Ninym efendisinin yüz ifadesini görür görmez duraksadı. “Ne oldu Wein? Yüzün bir garip görünüyor.”
“Bir şey olmasını bırak, asıl her şey şimdi açıklığa kavuştu.”
“Neden bahsediyorsun?”
Wein sırıtarak “Maden için bir alıcı bulduk bile.”
…