Kadın Şövalyenin Dönüşü (Return of The Female Knight) - BÖLÜM 1
Çeviri: Dakine
Redakte: MrVeraguth
Özet
Ailesinin intikamı için hayatı boyunca acımasız kadın kılıç ustası olarak yaşayan Elena, intikamını alamadan ölmüştü. Gözlerini tekrar açtığında ise geçmişe geri döndüğünü fark etti. Gündüzleri elbise içinde olan bir hanımken, geceleri ise geleceği değiştirmek ve ailesinin yıkımını önlemek adına bir kılıç taşımaktaydı. “Sizinle evlenmek istiyorum, Prens Hazretleri,” dedi Veliaht Prense. Bunu ailesini kurtarmak için yapacaktı.
1. BÖLÜM
“Haa, haa…haa…”
Nefesi kesiliyordu. Hayatının kayıp gittiğini hissedebiliyordu.
Ama yenilgiyi kabul edemiyordu. Bu şekilde sonlanamazdı. Yerde dizlerinin üstündeydi ve bedenini kaldırmak için kılıcına dayanıyordu. Lütfen, birazcık daha…
Tam gözlerinin önünde babasını ve erkek kardeşini öldüren ve kendi zevkini okşamak için cesetlerini duvara asan adam duruyordu. Hepsi bu değildi. Onun yüzünden, bir serçe misali hassas ve sevimli olan kız kardeşinin iffeti bozulmuştu ve sefil bir şekilde ölmüştü.
Tam şu anda ayağa kalkabilmek için tüm bu cehennemvari sürece katlanmıştı. Hepsi kendi elleriyle düşmanı boynundan bıçaklayabilmek içindi!
Fakat… kafasındaki bu emelle bile, kılıcına tutunmak için hiç takati kalmamıştı. Lütfen, lütfen, lütfen! Kendisiyle beraber onu da cehenneme sürüklemeyi umuyordu. Zira kız ölümden korkmuyordu. Tüm gücüyle kılıcını kaldırmaya çabalarken, ona doğru gelen ağır adımlar duydu ve ürkütücü bir ses havada yankılandı.
“…senin gibi bir orospu buraya kadar gelmekle iyi iş çıkardı.”
Adımların sesi kızın dibine gelene kadar durmadı. Ne olduğunu dahi idrak edemeden gözlerinin önünde iki gürbüz ayak gördü. Başını kaldırmaya çabalarken bulanık gözleri adamın uzun figürünü yansıttı.
İlk bakışta, korkutucu derecede kaslı bir vücuda ve kabarık bir sakala sahip orta yaşlı bir adamdı. Ama yine etkileyici bir şekilde karizmatik görünüyordu.
Ancak adamın sol kolu kesilmişti. Yarasından sürekli kan akıyordu ama onun durumu kendikine kıyasla çok daha iyiydi. Kolunu kaybetmektense ödemek zorunda kaldığı bedeller çok daha feciydi. Tüm vücudu neredeyse mahvolmuştu ve zemin onun kanıyla sırılsıklamdı. Ama kız, kendi yaralarını umursamazcasına gözleri ölümcül bir şekilde adama düşmanca bakıyordu.
“Ellerimle… seni… öldüreceğim…”
“Pek öyle görünmüyor. Yeni bir hayatta tekrar denk gelsek de netice aynı olacak.”
Kız dişlerini sıktı. Adam sahip olduğu her şeyini elinden almıştı. Onu asla affedemezdi.
“Aaaaah!”
Ayağa fırladı ve kılıcıyla onun üstüne atıldı.
Urk!
Sarsıcı bir sesle, bir kılıç boğazını içinden yırttı.
Hayatının son anı çok yavaş geçti. Titrek görüşü ötesinde babasını, erkek kardeşini ve kız kardeşi Mirabelle’i belli belirsiz görebiliyordu.
‘…ben özü..r… dile..rim.’
Ruford İmparatorluğu’nun 387. yılıydı.
Elena, en yüksek seviyeli kadın kılıç ustası, Huilena savaşında hayatını kaybetti, kanlı intikamını tatbik edemeden.
*
*
*
Flaş!
Elena’nın gözleri açıldı.
Bir gariplik vardı.
Yumuşak çarşaflar bedenini sarmıştı ve pencerelerden gelen ısıtıcı güneş ışığı az önce başına gelen anla tezat oluşturuyordu.
‘Ben…ben ölmüş olmalıyım.’
Acı içinde gözlerini kapattı. Ailesinin intikamını alamamasına karşı öfkesi yüreğini canlı yakıyordu. Ama kendine gelince tamamen farklı bir yerde uzandığını fark etti.
En azından yaşadığı cehennemvari andan daha huzurluydu. Tüm ailesi yok edildiğinden beri daha önce bu kadar yumuşak bir yatakta yatmamıştı. Ve kabuslardan dolayı asla derin bir uykuya dalamamıştı.
Sanki ailesi harap olmadan önceki gençlik çağına geri dönmüştü.
‘Sanki geçmişe geri dönmüşüm gibi…Ne?’
Elena altındaki büyük, pedli yatağı kırıştırarak doğruldu. Kılıç Ustası Elena’yı tanıyan birisi bilmezdi ama Elena gençken dokusu duyarlı olduğundan sadece en kaliteli döşeklerde yatardı.
Ancak yine de ürkütücü bir duygu hissediyordu.
“…Bu imkânsız.”
Elena’nın ağzı aptal gibi açılmıştı etrafındaki odaya göz atarken. Gençlikteki odasıydı. Detaylar öyle mükemmel ki yeniden oluşturulmuş olması imkansızdı.
Duvarın bir kısmında kız kardeşinin yedi, on ve on beş yaşlarındaki boyunu hesaplamak için attığı çentikler duruyordu. Çizgilerin yanındaki o küçük harflerin hepsi kendi el yazısına aitti. Bunun nasıl olduğunu hayal edemiyordu.
Dili tutulu bir şekilde biraz oturduktan sonra Elena sanki delirmiş gibi yataktan kalktı. Yavaşça pencereye yaklaştı ve dışarıya göz attı. Bahçeye yüksekten bakarken sabah güneşi altında büyüleyici renklerle çiçeklerin açtığını gördü. Hiçbir zaman yuvasını unutamazdı. Manzara geçmişe göre değişmemişti.
‘Hayatımın bu dönemini çok özledim…Ölmeden evvel bana gösterilen bir fantezi mi bu?’
Elena Blaise. Aile soyadını her zaman gururla taşımıştı.
Aşırı savurganlık içinde büyümemesine karşın, Blaise ailesi kuşaklar boyunca yaşamını sürdürmüştü ve başkentin güneyinde yer alıyordu. Aile nesillerdir konttu ve kraliyet sarayı şövalyelerinin Dördüncü Tarikatı olarak hizmet ederdi.
Vefat etmiş annesinden sonra ailenin en büyük kızı olarak babasıyla ilgilenmişti ve aynı zamanda erkek kardeşinin daha iyi bir şövalye olmasında yardımcı olmuştu. Bazen tek başına Kont meselelerin üstesinden gelirken hasta olan kız kardeşine bakmak da zor olmuştu. Ama huzurlu bir yaşamdı ve şikâyet edilecek pek bir şey yoktu.
Önceden normal hayatlarında ne kadar mutlu olduklarını ancak her şeyi kaybettikten sonra farkına vardı. Feleğin sillesine uğradığı o günü hatırladı. Bahçeye en son baktığı zaman güzel çiçekler değil kaleye doğru muntazam biçimde ilerleyen kırmızı meşale silsilesi vardı. Bu silsile sanki ona doğru yaklaşıyordu, şu an orada böyle bir şey olmasa da endişeli fikirlerinden kurtulamıyordu.
Korkunç anılar dönmeye başlamıştı. Elena başını salladı ve camdan uzaklaştı. Tekrar odaya göz atarken duvarda asılı olan aynayı fark etti.
“Ah…”
Aynada kar gibi beyaz tene ve pürüzsüz sarı saça sahip ipeksi geceliğinde duran soylu bir kadının yansıması vardı. Gözleri en nadide yakutları kıskandıracak kadar zincifreydi. Düz burnu ve taç yapraklı dudaklarıyla canlı bir oyuncak bebeğe benziyordu.
Aynadaki kadın kendisiydi.
Kendine ait en son hatırladığı görüntü aynadakinden çok farklıydı. Sessizce kendini irdelerken kızıl gözleri şaşkınca titremeye başladı. Bir fantezi olarak sayılması için oldukça gerçekçiydi. Kılıç ustasıyken yine güzeldi ama bu kadar baş döndürücü bir güzelliği koruyamamıştı.
Ailesi için intikam almak için kılıç taşımada sebat ettikten beri uzun saçını kesmişti ve her gün sıkı çalışmaktan elleri nasırlaşıyordu. Zamanla doğal narin gözleri kinle dolmuştu ve süt gibi cildinin rengi kaçmış, beti benzi atmıştı. Sadece soğuk ve acımasız bir kadın kalmıştı. Fakat yine de hatırasındaki uzak görüntülerden bu kadar mükemmelini tekrar biçimleyemezdi, fantezi olsa bile.
“…Neler oluyor tanrı aşkına?”
Kafası karışık bir şekilde yüzüne dokundu. Birdenbire kapı açıldı. Bu şekilde başka birinin odasına kapıyı tıklatmadan girmek kabaydı, özellikle bir bayana ait odaysa. Elena hafifçe surat asarak yüzünü çevirdi.
Giren kişiyi gördüğü anda tamamen donup kaldı. Titreyen dudakları konuşamadan şaşkınlığını yansıtan kızıl gözleri genişledi.
“Elena Abla!”
Mirabelle sabah güneşinden daha sıcak bir gülümsemeyle odaya girdi. Bir rüya gibiydi. Elena kesintisiz bir ilgiyle izlemeye devam etti. Mirabelle ablası gibi sarışındı ve koyu yeşil göz rengini babasından almıştı. Hastalığından dolayı yaşına göre küçük ve zayıf görünüyordu.
Mirabelle Elena’nın tuhaf yüz ifadesine karşı başını kısaca eğdi, ama tekrar gülümsedi ve mutlu bir şekilde ona baktı.
“Odaya böyle daldığım için beni azarlamayacaksın değil mi? Görgü kurallarından bahsedeceksen, daha sonra bahset. Benim şu an gerçekten acil bir durumum var. Ne olduğunu öğrendiğinde sen de şaşıracaksın.”
Gözü önünde Mirabelle’in küçük bir kuş gibi öttüğünü görünce Elena’nın gözleri dolmaya başladı. Bu bir rüya mıydı? Öyle olmalı. Oysa Mirabelle tekrar bu şekilde önünde duramazdı. Eğer öyleyse… Bu rüyadan hiç uyanmamayı umuyordu.
Elena’nın yanaklarına göz yaşı akmaya başladı. Mirabelle onun bir anda ağladığını görünce şaşırmıştı.
“Abla? Bir sıkıntı mı var?”
Kaygılı bir halle Mirabelle’i izlerken Elena cevap veremedi. Boğazında yükselen hıçkırıkları durdurmak için dudaklarını ısırdı ve tek kelime etmeden Mirabelle’in küçük bedenini kollarıyla sardı. Bir ses çıkartırsa bu anın sonsuza dek kaybolacağından korkuyordu.
Elena en son kız kardeşini gördüğü zamanı çok net hatırlıyordu. Zifiri karanlık bir gecede Kız kardeşi kötü adamlarla çevriliydi ve şimdiki sesine kıyasla tamamen farklı bir ses tonuyla bağırıyordu.
“Abla! Ablam Elena! İmdat! İmdat!”
Elena Mirabelle’in geceliğinin yırtılma sesiyle karışan o kan dondurucu çığlıkları asla unutamadı. Dünyanın en huzurlu yer olan Blaise Kalesi’nde bir gece içinde yaşanan bir trajediydi.
Mirabelle’e doğru koşmaya çalışırken Elena’yı kardeşi Derek yakalamıştı. Üzgün ama kendinden emin bir sesle kulağına fısıldamıştı, Artık çok geç….
Derek Elena’nın ağzını örtüp onu uzağa sürüklemeseydi, kız kardeşiyle beraber ölmüş olabilirdi. Böyle bir kader ne kadar da huzurlu olurdu. Elena uzun zamandır kendisine acıdı.
Onun sevimli kız kardeşi. Onu kurtaramadığı için nedamet duyuyordu.
Mirabelle’e sarıldı ve sessizce ağladı. Hiçbir şekilde ikinci şansını kaçıramazdı.
Hiçbir şeyin önemi yoktu şu anda, rüya olsun gerçek olsun. Yalnız Mirabelle’i görmek dahi yeterdi.
Mirabelle endişeli bir şekilde Elena’nın gözyaşlarına baktı ve hemen eliyle ablasının sırtını okşadı.
“Ağlama, abla.”
“Uh-huh.”
Elena dudaklarını suspus edemedi ve hıçkıra hıçkıra feryat etmeye başladı. Elena soğukkanlı kadın kılıç ustası olarak katlandığı bütün ıstırabı içinden serbest bırakırken Mirabelle ablasının sırtını okşayarak sessizce bekledi. O ufak elinden gelen rahatlık öyle sıcaktı ki Elena gözyaşlarını durduramıyordu.
Zamanla Elena yavaş yavaş sakinleşti. Mirabelle hâla kollarındaydı ve onun ufak bedeninden gelen ısı oldukça gerçekçiydi. Kuşkulu bir bakışla Elena mırıldandı.
“…Rüya değil mi bu?”
İçindeki şüpheyi gidermek için hızlıca Mirabelle’i saran elini serbest bıraktı ve kız kardeşinin küçük omuzlarından tutarak onu iyice yokladı. Mirabelle Elena’ya endişelice surat astı.
“Tek başına Kont’un işlerini halletmekten çok yoruldun, değil mi? Bunun farkında değildim…sürekli bir şeyler hakkında şikâyette bulunduğum için özür dilerim.”
“…Ne?”
Sanki gerçekten önünde duruyormuş gibi öten Mirabelle’i duymaya devam ettikçe
Elena’nın ağzı tekrar açık kaldı. Bu bir fantezi değildi. Hatta rüya da değildi. Önünde duran Mirabelle bir rüya ya da fantezi sayılması için oldukça gerçek görünüyordu.
Mirabelle kasvetli bir yüz ifadesiyle konuşmaya devam etti. Sanki Elena’nın kafası karışık görünmesi onun çocukça davranışıyla bağlantılıydı.
“Sadece her zaman savaş alanında olan Veliaht Prens ilk kez bir baloya katılacağını söylemek istedim. Oraya seninle gitmeyi çok istiyordum…”
“Veliaht Prens mi? Kim?”
“Senin neyin var bugün? Ruford İmparatorluğunun Veliaht Prensi?”
Elena’nın kafası tekrar tekrar dönmeye başladı ama yine Mirabelle’in hangi Veliaht Prensten bahsettiğini bulamadı. Ruford İmparatorluğu kıtanın en güçlü devletlerinden biri sayılırdı. Ordusu her yönden küçük uluslardan daha üstündü. Kuşaklardır, Ruford İmparatorluğun cengâver İmparatorları harpten haz alırlardı. İmparatorluğun kuruluş efsanesine göre İmparatorun ejderha kanına sahip olduğuna dair söylentiler de vardı.
Yalnız Ruford İmparatorluğun 12. İmparatoru Sullivan zevk-i selimdi ve savaş yerine devlet işleriyle ilgilenen bir İmparatorluk geliştirmede yardımcı oldu. Saltanatı süresince bir zamanlar katliama aç olan İmparatorluk refaha ulaştı. Rivayetlere göre bunu başarabilmek için de 11. İmparator diğer İmparatorlardan farklı olarak kasten iyi yürekli Sullivan’ı halef olarak seçmişti. Bu tevatür doğru ise İmparator akıllıca bir seçim yapmıştı.
Fakat sorun Sullivan’nın erkek kardeşi Paveluc’taydı.
Başta Paveluc’un halef İmparator olacağı zannediliyordu fakat neticede kardeşi Sullivan tarafından meşrutiyeti elinden alınmıştı ve küçük bir dukalık olan Lunen’e grandük olarak tayin edilmişti. Paveluc bir İmparatorun fıtratıyla doğmasına karşın birçok insan endişelerini dile getirmelerine rağmen Paveluc kardeşine diz çöktü ve itaat etti.
On yıl içerisinde hiç pençelerini göstermemişti. Fırsatı bekledi ve nihayet gerçek hain yüzüyle isyan etti ve kazanmıştı da. Rejim değişikliği döneminde Kraliyet Ailesinin Dördüncü Tarikatını üstlenen Blaise ailesi de İmparator Paveluc tarafından yok edilmişti.
Hayatı boyunca Elena’nın öldürmek istediği adam oydu. İmparator Paveluc, Ruford İmparatorluğun 13. İmparatoru.
‘…kahretsin.’
O tatsız anıları hatırlayınca Elena’nın gözleri buz kesti. Paveluc boğazını kestiği anı tekrar hissetti ve elini boynuna götürdü.
Birçok kaza yaşanmıştı Paveluc isyanı başarıya ulaşmadan önce. Hain bir İmparator olduğundan itibarını kaybettiği için bir Veliaht Prens seçemezdi. Elena’nın hatırladığı kadarıyla resmî olarak tek bir Veliaht Prensi vardı. Ama o da suikasta uğramıştı yirmi yıl önce. Savaş alanında birçok muhteşem başarı kaydetmesine rağmen halk arasında bir kere bile görünmeden yok olmuştu. Tüm imparatorların en acımasız imparatoru olacağına dair söylentiler vardı hatta hayatta kalmış olsaydı Paveluc’un isyanı başarısız olacaktı. Ama kraliyet ailesine ilk huzura kabul edilmeden önce ölmüştü.
Bundan başka aklına hiç kimse gelmedi.
“Bir Veliaht Prensi…O kancık İmparator nihayet gücünü kullanıp o mevkide birisini mi yerleştirdi?”
Önünde sonunda olacak bir durumdu. Ruford İmparatorluğu oldukça güçlüydü. Hain bir hükümdar olsa bile yine de bu güçle istediğini elde edebilirdi.
“Abla neyden bahsediyorsun? Bu haince sözler! Babamız ağzından böyle saygısız sözlerin çıktığını bilirse hangi yaşta olursan ol başın çok büyük belaya girer.”
Mirabelle konuşmalarına kimse kulak misafiri oldu mu diye etrafı kontrol etti. Dikkatli tavrı Elena’nın kafasında birçok soruya sebebiyet verdi. Bütün bunların ne anlama geldiğini idrak edemiyordu.
“Tuhaf davranıyorsun bugün. Tabii ki Ruford’un tek bir Veliaht Prensi var. Prens Carlisle.”
Carlisle? İsmi duyar duymaz Elena’nın zihni aydınlandı.
Carlisle van Dimitri Ruford.
Mirabelle’in bahsettiği kişi yirmi yıl önce öldürülen prensti. Elena aniden bir idrak etti, dolanmış ipin bir anda çözülmesi gibi.
“Mirabelle, hangi yıldayız?”
“İmparatorluğun 367. yılındayız. Bunu da mı unuttun?”
Elena’nın dili tutuldu, sanki yıldırım çarpmış gibi. Tam yirmi yıl önce Veliaht Prensin ölüm zamanı civarlarıydı. Ve Kraliyet Ailesi yıkılmadan yaklaşık bir yıl öncesiydi.
Elena net bir şekilde hatırlıyordu. Geçmişte, Veliaht Prensi toplumda ilk kez görünecekti ve Mirabelle baloya Elena’yla eşlik etmişti. Fakat günün sonunda onu görmeden eve dönmüşlerdi. Prensin katılmadığı ve suikasta uğradığı daha sonra ortaya çıkmıştı. Altı ay sonra İmparator’un uzun vadeli hastalığı ortaya çıkınca da Kraliyet Ailesi inkıraza uğramaya başlamıştı.
Evet, şimdi hatırlıyordu. Mirabelle geçmişte de bu şekilde odasına dalmıştı Veliaht Pensinin bu kez baloya katılacağını öğrenince.
Bugün…
Gerçekten o gün müydü? Şimdiye kadar bütün olanları tekrar gözden geçirdi.
‘Gerçekten geçmişe mi döndüm?’
İnanılması imkansızdı. Nasıl olur? Neden? Kafasında tekrar cevabız sorular cereyan etti. Ne soracak ne de cevap verecek kimse yoktu.
Fantezi olarak düşündüğü bu anın aslında gerçek olduğunu fark etmeye başlamıştı. Nefes almayı unutmuş gibi yüzü sarardı.
“İyi misin?”
Mirabelle dikkatlice ablasının kaygılı gözlerine bakarak elini tuttu. Küçük jestine karşın, Elena’nın gözleri tekrar dolmaya başladı. Geçmişe nasıl döndüğü önemli değildi. Aziz ailesini korumak için gerçek bir fırsattı bu. Öyle bir geleceğin tekrar gelmesine asla izin vermeyecekti.
Elena Mirabelle’in elini sıktı ve vadeli bir fısıltıyla konuştu.
“Bu sefer seni korumaya söz veriyorum. Ne olursa olsun…”
Mirabelle ablasının istikrarlı sözlerine karşı yavaşça başıyla onayladı. Tuhaf davranıyordu bugün. Başta Elena’nın Kont’un işleriyle uğraşmaktan stresli olduğunu düşünmüştü ama Elena beklenmedik sözler söyledi.
“Sen gerçekten iyi misin ablam?”
“Elbette, özellikle sen benim önümde bu şekilde duruyorsan. Nasıl iyi olmayayım ki? Bu an benim için…ne kadar minnettarım anlatamam. Hayatta olduğun için teşekkür ederim, Mirabelle.”
Mirabelle’in yüzü mahcubiyetten kızardı. Ablasının neden böyle davrandığını anlamıyordu. Yine de çekingen bir şekilde gülümsemişti çünkü bu, Elena’nın onu sevdiği anlamına geliyordu. Elena dünyadaki en iyi abla olduğu gerçeği asla değişmeyecekti.
Elena Mirabelle’e sıkıca sarılarak arkaya yaslandı ve sanki hassas bir nesneyi tutuyormuş gibi ona şefkatle baktı. Elena neredeyse ona bakmaya dayanamıyordu ve yüreği Mirabelle’in bilmediği gelecek için sızlıyordu.
Bir anda Elena’nın aklına bir fikir geldi.
“Babam şu an nerede?”
“Dün babamın bugün acil işleri olduğunu ve bu akşama kadar geri dönmeyeceğini söylemiştin.”
“Ha, öyle mi demişim…”
Elena ona garipçe gülümsedi ve dikkatlice düşündü. Aynı trajediden kaçınmak için hemen bir şeyler yapması gerekirdi. Geleceği değiştirmek için geriye çok zaman kalmamıştı.
Babasına koşup onun geleceği hakkında söz etmeli mi? Elena hemen kafasını salladı. Bu acayip hikâyeyi inanıp inanmayacağı kuşkuluydu ki kendisi bile zar zor anlıyordu. Onun hikâyesine inansa bile Blaise ailesi Kraliyet ailesine tamamen sadıktı. Babası kaçmak yerine ölüme kadar savaşmayı tercih edecek bir adamdı. Sırf bu yüzden eski hayatında öldürülmüştü İmparator Paveluc tarafından.
Paveluc’un tahta çıkmasını nasıl önleyebilirdi ki? Şimdi malum değildi ama 12. İmparator Sullivan uzun vadeli bir hastalığa yakalanmıştı. Şimdiki İmparator yakında hayatını kaybedecek.
‘…ondan önce Paveluc’a suikast mı düzenlesem?’
Kılıçla ustalığı geçmişe dönmekle değişmese bile tekrar formunun zirvesine ulaşması için antrenman yapması şarttı. Esas amacında başarısız olmuştu ama yine de kılıcını rezil İmparator Paveluc’a doğrultan ve kolunu kesen Elena’nın kendisi olmuştu.
Suikastta başarılı olsam bile…
Kraliyet ailesi kim olduğuna bakılmaksızın Paveluc’u öldüren kişinin peşine düşecektir. Blaise ailesi sorumluluktan kaçınamazdı. Eğer başarısız olursa da…
Sonucu düşünmek istemeden gözlerini sıkıca kapattı. Açıkçası kabul etmek istemiyordu ama hayatı boyunca Paveluc’u öldürmek için can attı. Elena onun ne kadar güçlü olduğunu herkesten daha iyi bilirdi. Ona bir kere de yenilmişti. Bu ikinci şansı kazanmak mümkün müydü? Kimliğini gizleyerek bir şekilde onu öldürebileceğinin garantisi yoktu. Bu zayıf ihtimal için ailesini riske atamazdı.
‘…Başarısız olmayı göze alamam.’
Olası en kötü sonuçla bile Blaise ailesinin yaşayacağından emin olması gerekirdi. Ama bunun için aklına iyi bir plan gelmedi. Geçmiş hayatında kendini yiğitçe feda etmesine rağmen ailesinin intikamını alamadığından dolayı hicap içerisindeydi.
Tek başına yapabileceği her şeyi yapmıştı. Ona güç verebilecek birisine muhtaçtı.
‘Bana yardım edebilecek biri olsa…’
Aklına yalnızca bir kişi gelmişti.
‘…Prens Carlisle?’
Bildiği kadarıyla birkaç gün içinde maktul düşecekti. Ama…ya ölmezse? Veliaht Prensi, şimdiki İmparatorun oğlu, savaş alanında başarılarının sadece yarısını başarmış olsa bile Carlisle, Paveluc için en büyük engel olurdu. Hayır, eğer onun hakkındaki rivayetler doğru ise çok yararlı olur. Üstelik eğer onu İmparator yaparsa Paveluc’un tahta yükselişine mâni olabilirdi.
Ölmesi gereken Prens Carlisle’i kurtarması gerekiyordu. Tüm kıtayı sarsabilecek güçteki bu karar, Sonuçları tahmin edilemezdi. Bir anlık tereddütle, Elena kendine soğukkanlıca güldü.
‘Bütün dünya kanda boğulsa bile umurumda değil. Ben sadece ailemi kurtarmak istiyorum…’
Bu kanlı yoldan keyifle geçerdi. Elena Mirabelle’in ışıldayan gözlerine baktı ve içtenlikle tekrar adadı.
Bu sefer onu kurtaracaktı. Ne pahasına olursa olsun.