Mahvolmuş Kedi Kral #2

Mahvolmuş Kedi Kral hikayesinin 2. bölümü

Mahvolmuş Kedi Kral #2

                                                                                                                                                                                      Bölüm 2

                                                                                                                                                                                İlk Karşılaşma

 

Neredeyse bir hafta olmuştu. Ortama ayak uydurmaya başlamıştım yavaştan. Buradaki yer çekimine alışmam baya zor oldu.  Bu süre zarfında biraz da keşif yaptım. Bulunduğum yerin bir ada olduğunu öğrendim. Yenilebilir ya da yenilemez yiyecekleri, ağaçları, hayvanları ve daha birçok şeyin nerede olduğunu öğrendim. Tabii bu süreç hiç kolay olmadı. Bazen bir ağacın tepesindeyken kendimi birden yerde buldum, bazen ise bir yabani hayvan tarafından köşeye sıkıştırıldım, bazen ise yiyecekler yüzünden, zehirli olduklarından dolayı, ölümün kıyısına yaklaştım. Hangi akıllı tadarak zehirli mi, değil mi çözmeye çalışır ki?

 

Elbette bu kadarla da sınırlı değildi keşfettiklerim. Birkaç yerli de bulmuştum. Birkaç taneydi, çünküü şey… burası küçük bir adaydı. Baştan başa yürümeyi üç saat civarında tamamlayabiliyordum. Buranın bir farklı durumu da sürekli depremlerin olması ve garip garip hortumların görünüyor olmasıydı. Durmaksızın. Günde en az bir kez büyük bir deprem oluyordu. Bunları bırakıp bana gelirsek; o gün uyandığımdaki durumdan eser kalmadı. Daha sakindim ve durumu anlamaya çalışıyordum.

 

Şöyle ki, o gün gerçekten ilginç bir gündü. Tüylü, kulaklı, uzun tırnaklı bir şeye dönüşmüştüm. Hatta yerlilerle iyi anlaşmam bu sayede oldu. Beni yüce bir şey olarak gördüler ve adaklar falan sundular. Bu bana çok yardımcı oldu. Belki de yaşıyor olmam bu sayededir. Kim bilir?

 

Yerlilerle tanıştıktan sonra bana etrafı gösterdiler. Nelerin yenilebileceğini falan tarif ettiler. Elbette bunları ellerini ve sopalarını kullanarak anlattılar. Çünkü hayatımda hiç duymadığım bir dil ile anlaşıyorlardı. Kalabileceğim bir yer ve sıcak bir yatak sundular. Onlara gerçekten minnettardım. Yemek ve barınma derdini de atlattığım için bana ne olduğunu ve nasıl düzeltebilirim sorusuna odaklanabilirdim. İlk önce tüylerimi yolmayı denedim. Tahmin edeceğin üzere kuyruğu kesilmiş dana gibi bağırmama sebep oldu. Ayrıca yolduğum tüylerin yerine ışık hızında ve daha sık olacak şekilde yeni tüyler gelmişti. Daha sonra belki dedim şu zehirli yiyeceklerden bir ilaç gibi bir şey yaparım. Demez olaydım, iki gün kızarıklıklarla dolandım ve elbette yine işe yaramamıştı. En sonunda pes ettim. Denizin köşesine gidip açık mavi denize baktım. Bayağı güzel ve sakinleştiriciydi. Bir yarım saat kadar kaldıktan sonra dikkatimi birden kısalmış tüylerim çekti. Bir kez daha şaşırmıştım. Tüylerim eskisine göre biraz kısalmıştı. O an dank etti kafama. Neden ben bu başıma gelen olayı yok etmek yerine kontrol etmeyi denemedim ki.

 

Ondan sonraki günler gayet güzel geçti. Her gün biraz daha azalıyordu kıllanmalar. Uzamış olan tırnaklarım üçüncü günün sonunda artık tamamen kaybolmuştu. Bir haftanın sonundaysa tamamen normale dönmüştüm. Hemen hemen normale... Ne yaparsam yapayım kafamın üzerindeki üçgen kulaklar kaybolmamıştı. Sanki yaratık olduğumun işareti gibiydi. Ayrıca, buna dönüşmeme sebep olan yaratığın kuyruğu vardı. Bende ise öyle bir şey çıkmamıştı. Fakat eski görüntüme kavuştuğum için gayet mutluydum. Ayrıca eskisine göre neredeyse yüz kat kuvvetli ve hızlıydım. Güçlerimi kontrol ettikten sonra, birden bu kadar güçlü olmak bana bile fazla gelmiş olmalı ki; koşarken hızımı alamayıp birçok kez denizde bulmuştum kendimi. Adada koşarken duramadığım için tabi ki bu eheheee… heee…


Neyse, artık bir diğer soru da bu adadan başka bir yer var mı? Elbette buna da kafa yormuş etrafa bakınmış hatta yerlilere bile bir şeyler göstererek sormuş ama hiçbir şekilde cevap alamamıştım. İçimdeki ses “Buraya sıkıştın kaldın.” diyordu fakat ben buna inanmak istemiyordum, buna rağmen her şey sıkışıp kaldığımı gösteriyordu.

 

Bir süre böyle geçtikten sonra, yaaani yaklaşık iki hafta kadar, çok ilginç bir şey oldu. O sabah öyle bir sesle uyandım ki, kulaklarım patlayacak sanmıştım. Yer kızgın boğa gibi tepiniyordu. Toprak sanki toprak değil de lav gibiydi, denize doğru akıyordu. S-Sanki kaçmak istiyordu bir şeyden. Bu şey her neyse artık.

 

Adanın her bir tarafında hortumlar oluşmaya başlamıştı. Tabii ki buranın bilgeleri olan yerlilere koştum, belki bir şey biliyorlardır diye. Fakat ortalıkta yoktular. Nereye bakarsam bakayım bulamadım onları. Artık bu yok olacak gibi duran adada tek başımaydım. Biraz korkuyordum aslında, fakat bu beni bir sonuca ulaştırmayacaktı. Ayrıca şu adayı çevrelemiş hortumlara da yakından bakmak istiyordum. Belki de kurtuluşum onlardadır.

 

Kendimi bir ağaca sıkıca sabitleyecek ip tarzı bir şey bulduktan sonra bir hortuma yavaşça yaklaşmaya başladım. İlk gözüme çarpan bu şeyin hortum değil de dönen yuvarlak bir deliğe benzemesi oldu. Sorun şu ki, bu şeffaftı. Arkasını görebiliyordum. İkinci dikkatimi çeken şey şeffaf olmasına rağmen içine çekilen şeyin arkadan çıkmıyor oluşuydu. O an aklıma bir olasılık geldi, acaba bu benim buraya gelmeme sebep olan deliğe mi benziyordu? Birçok olasılık vardı elbette ama o an aklıma yatan en mantıklı şey bu olmuştu.

 

Ayrıca önceden bilgi vermem gerekirse çok sonraları buranın bir boyut hanı gibi bir şey olduğunu öğrendim. Yani aslında boyutlar arasında ticaret yapan -resmi- tüccarların dinlenme noktası gibi bir şey. Her neyse yapacak bir şey yoktu. Bu ada batacaktı. Aslında batmayacaktı ama benim o an bunu bilmem imkansızdı değil mi?

 

En sonunda ipi çözüp kendimi bıraktım deliğin içine. İlk gördüğüm kocamaaan mavi dönen bir buluttu. O kadar güzeldi ki. Bu manzarada sonsuza kadar kalmak istemiştim. Geçidin içinde ilerledikçe o maviliğe doğru gittiğimi fark ettim. İlerledikçe daha da garipleşti her şey. İlk önce o devasa mavilik büyüdükçe büyüdü. Büyüdü, büyüdü. Geçit beni o maviliğin tam ortasına götürüyordu. Ortasında dönen bir top vardı. Kıpkızıldı. İçine doğru çekince öleceğimi sandım. Beynim algılayamamıştı çünkü. İçine dalınca biiir sürü parlak cisimle karşılaştım. O kadar fazlaydı ki saymam ölümüme kadar devam ederdi. Daha sonra biraz daha ilerledim. Bu sefer ortasında turuncu bir topun olduğu bir yere yaklaşmaya başladım. Diğerinden farklı olarak merkezdeki topa değil de onun yanındaki mavi yeşil bir gezegene doğru yol almıştım. Dışarıdan çok güzel gözüküyordu. Etrafını beyaz bir şeyler sarmıştı. Daha da yaklaştığımızda ise beni yemyeşil bir arazinin üzerine attı. Arazinin ucu bucağı yoktu. Sadece ortalarda bir yerde iki tane büyük ağaç vardı. Bu şimdiye kadar geçirdiğim en iyi yolculuktu sanırım. Bir daha yapmak istiyordum ama kim bilir ne zaman yapacaktım.

 

Ne kadar rahat bir yolculuk olsa da biraz sersemlemiştim ve kendime gelmem biraz zamanımı almıştı. Kendime geldikten sonra direkt yola koyuldum. İlerledim, ilerledim. Uzunca bir yol gittikten sonra yine hayatımda ilk kez gördüğüm bir eve denk geldim. Öyle ki büyüklüğü bizim evlerimizin on beş yirmi katı kadardı. Kapısı benim boyumun üç katı kadar falandı. Daha sonraları buranın bir “şato” olduğunu öğrensem de şimdi bile hala neden böyle büyük bir ev var diye soruyorum kendime.

 

Neyse, kapıya yaklaştığımda bir kol görüyorum ama bunun dışında ne kapıyı çalabileceğim ne de içeriye ‘ben geldim’ diye haber edebileceğim bir şey bulamıyorum. Fazla düşünmeden kapının kolunu tutup itmeyi deniyorum. İlginç bir şekilde kapı kilitli değildi, rahatça içeriye girebilmiştim. Tabii içeriye girdikten sonra arkamdan kapandı o ayrı konu.

 

Çok düşünmeden araştırmaya koyuldum. Tabiii bu kadar büyük bir evi araştırmayı acaba ne zaman bitirebilirdim kim bilir? Kaç saat geçti bilmiyorum, sonunda en üst kata ulaşabilmiştim.

 

Girişte dört kapı vardı ve birinden su sesi geliyordu. Birilerini bulabileceğime dair heyecanım kabarmıştı. Uzun bir süre sonra yerliler harici birini görecektim. Kapılara bakmaya koyuldum. Birinci kapıyı açtığımda bir sürü resim buldum. Çok güzellerdi. Dikkat çeken ilk şey yarım kalan bir tabloydu. Çok yakışıklı ve sert bakışlı birinin suratı çizilmiş ama bitirilmemişti, altında ise “Darius” yazıyordu. Diğer bir köşede ise beyaz ve siyah iki balığın birbirini takip ederek dönmesini gösteren bir resim vardı. Burada kim yaşıyorsa ilginç bir resim tarzı vardı. Buradan çıkıp diğer kapıyı açtığımda ise burada da devasa, tuşlu bir aletin olduğunu gördüm. Bu neydi şimdi? İlk defa görmüştüm hayatımda. Siyah beyaz tuşları vardı. Beyaz tuşlar büyük, siyah tuşlar küçüktü. Elimi üzerinde gezdirmeyi denedim. İlk tuşa dokunmam ile elimi çekmem bir oldu. O nasıl bir sesti. Daha da garibi bu kutudan ses geliyordu. Hemen oradan çekildim. Gözüm hemen arkasındaki uzun geniş yaylı bir şeye takıldı. Görünüşü memleketimdeki keman dediğimiz şeyi andırıyordu ama daha büyüktü ve uzundu. Fazla bir şeye dokunmadan o odadan da ayrıldım. Diğer odaya girdiğimde ise birçok yazılı metin buldum. İlginç bir şekilde buranın dilini okuyabiliyordum. Dikkatimi çeken başlıklar genelde ‘yardım kabulleri’ idi.

 

Ondan başkaaa, hikayeler vardı yazılmış. Kendisinin yazdığını düşündürüyordu. El yazısıydı çünkü. Birinin üzerinde “Alice Harikalar Diyarında” yazıyordu. İlginç bir yazıya benziyordu. Belki daha sonra burada vaktim olursa okuyabilirdim. Her ne kadar merak etsem de fazla kurcalamadan çıktım oradan. Son bir oda kalmıştı. Su sesi hala geliyordu. Kapıyı yavaşça açtığımda ise karşımdaki manzaraya ağzım açık kalmıştı.

 

İçeriye girdiğimi fark etmemişti. Başından aşağıya kıpkırmızı bir şey akıyordu. Arkası dönüktü. İnce hatları ile bir model olmalıydı, hayır bence modeldi. Çok güzel bir sesi vardı... O sesi ile bir şeyler mırıldandığını duyabiliyordum. Saçları kahverengiye çalıyordu. Boynunun hemen altına kadar geliyordu. Suratı bana yarık dönüktü ve dişini görebiliyordum. Bir dakika diş mi. Canavar mıydı yoksa? Ne yapacağıma dair en ufak fikrim yoktu. Sağa sola bakındım. Belki çaktırmadan kaçmanın yolunu bulurdum. Oda ıslak olduğundan dolayı az da olsa su sıçratma sesi duyuluyordu. Biraz geriye doğru çekildiğimde, köşede ortası gri dışı kahverengi bir kolye gördüm. İlginç bir kolyeydi. Bu kolye dikkatimi o kadar fazla dağıttı ki kolye hakkında düşünmeye başlamıştım. Ben bunları düşünürken ve etrafa göz atmaya uğraşırken o çoktan beni fark etmişti. Ama bir sorun vardı, hiç de beklediğim şey olmamıştı.

 

Şimdi bir düşünelim, bir kız çıplakken gözetlendiğini fark ederse ne olur? Birinci seçenek çığlık atar ve saklanmaya çalışır. İkinci seçenek ne bulursa kafana fırlatır ve seni cehenneme gönderir. Yani benim beklediğim budur. Ama şu an bu kız karşımda dikilmiş kocaman gülümsüyordu. Sanki en başından beri beni bekliyormuş gibiydi. O kadar belliydi ki gülümsemesinden. Hatta kaşları neden beni beklettin derecesine çatıktı. Cezbeden vücudu, kimsenin dayanamayacağı o yüzündeki bakış. Ben bir şeyleri kaçırmıştım. Ben her şeyin tesadüf eseri olduğuna inanmıştım. Fakat artık şundan eminim ki, bir şeytanın avucuna düşmüştüm.

 

Files