Girdap
Kısa Hikaye
Girdap
Biraz kendi içime çekildim. Biraz da küstüm dünyaya. Zordu her şey ya da bana öyle geldi hep. Nereye baksam gözlerim kanarcasına acılar çekiyordu. Ne duysam kulaklarım sağır olurcasına çınlıyor, ne koklasam burnumun direğini kırarcasına iğrençleşiyordu.
Ne istiyorum peki? Ne yapabilirim bu durumda, nedir benim umut kaynağım ya da umut kaynağım olacak şey? Bunu bile düşünmek istemiyorum artık. Kurtuluş denilen şansı çoktan kaçırdım. Belki de kendi ellerimle ittim. Şu an bi’çare öylece oturuyorum yalnız başıma, sessiz evimde, çiçeklerle bezeli bahçesinde.
Onunla yapmıştık o bahçeyi. Biliyor musun, ne kadar mutlu olduğunu tahmin bile edememiştim burayı donatırken. Gözlerinde ışık hiç dinmedi, hem de hiç.
Evimiz çok büyük değil açıkçası anlattığım kadar. Köy evinde tek katlı müstakil bir ev. Üç oda, bir mutfak. Üstünde yarı çatı var. Yağmurlu günlerde çatının altından yağmuru seyrederken açık havalarda teleskopla uzak gezegenleri, yıldızları, galaksileri izlerdik. İçlerinden Ay’ı çok severdi. Hem de çok. Nedenini anlıyorum biraz, yine de bazen kıskanmıyor değildim açıkçası. Ayın olduğu gecelerde yürümeye bayılırdı, loş ışığının altında yüzü parlardı. Elleri yüzümde dolaşır küçük küçük öpücükler kondururdu. Islaklıkları hala hissedebiliyorum. Sonra biraz yürüyünce, bizim burada bir yer, alt tarafı uçurum olan bir kayalık. Oraya giderdik. Orada oturur Ay ışığı altında sohbet ederdik. Özellikle sonbaharda ayrı bir güzel olurdu. Hafif üşür, hırkalarımıza sokulur, yanımızda sıcak kahve getirir, koskoca boşluğu izlerken birbirimize sarılıp dertleşirdik. Evet, dertleşirdik. İnsan evlendikten sonra da dertleşemez mi dostuyla. Başka sevdiğim bir huyuysa oradan dönüşte yol boyu deli gibi beni koşturması. Gecenin karanlığında önümü zar zor görürken beni delicesine çekerdi. Yorulduğumda da yol boyunca beni kucağında taşırdı. Gecenin en güzel anı hep orası olmuştur benim için.
Evimizin hemen önünde bir dut ağacı var. Gölgesi serin olan ağaçlardan biridir. Ben de diktim yanına fakat benimki pek büyümedi. Onunki şu an evi kapatmak üzere. Gölgesi desen müthiş ötesi serin. Yazları bayılıyorum orada oturmaya. Benimkisi ise küçücük kaldı orada. Amacım onu da büyütüp arasına hamak yapmaktı ki gölgesinde uyuyup kitap okutabileyim ona. Bu pek mümkün olmadı. Onun dışında dutun hemen dibinde beraber diktiğimiz zambaklar var. Bunu dikerken aynı senin gibi saf olsun, benim sana olan sevgim gibi de sonsuz olsun demişti. Hala her temmuzda çiçek açar bembeyaz bir şekilde.
Yine hemen köşesinde iki tane bağ var. Biri Mevlâna denilen bir cins ya da kadın parmağı da denir halk arasında. Diğeri de Red Globe, siyah löbbek gibi olan bir siyah üzüm türü. Dikerken ben ne kadar yemediğimi söylesem de her yıl ağustosun gelmesini iple çekiyorum. Onları bana elleriyle teker teker yediriyordu her zaman. Çok güzeldi tatları. Artık eskisi gibi tatlı gelmiyor. Belki de onun ellerinden yediğim için güzel geliyordu bana, bilmiyorum.
Bugün tavuk yaptım. Böyle odun ateşinde pişmiş içine de patlıcan, bezelye, acı biber gibi şeyleri koyduğumuz özel bir tarif. Bana o öğretmişti odunda nasıl yapılacağını. O kadar güzeldir ki parmaklarını yersin resmen. Elbet öğrenesiye kadar bir iki tavuğu kömür yapmış olabilir ama olsun o kadar. İlk seferinde bana kızmadı ama ikinci ve üçüncü yakışımda kızmıştı tatlı tatlı. Ben fırına alışığım ne yapayım. Köz çok ısı yayıyor, ısıyı ayarlayacağım diye ömrüm gitti. Fakat şu an onun yaptığıyla kıyaslanamasa da çok güzel İrko usulü tavuk yapıyorum.
En sevdiği meyvesi hiç olmamıştır. Neredeyse her şeyi yer. Bu yüzden ayrı bir düşkünlüğü var ağaçlara. Elmasından tut şeftalisine. Armuttan tut incire, neler neler var. Tropikal birkaç meyve denedik ama olmadı maalesef. Hurma için falan serin geliyor buraları. Fakat diktiklerimiz öyle bir ayarlı ki mevsimin her ayında rahatlıkla bir daldan meyve koparıp taze taze yiyebilirsin. Bu da onun bana hediyelerinden biriydi.
Evin önünde sadece zambaklar yok elbette ya da dut. Orada o kadar fazla çiçek var ki… Hangi birini saysam ki. Açelya, Akşam sefası, Akasya, Antoryum, Aslan ağzı, Ateş çiçeği, Begonvil, Begonya… Daha nicesi. Yanlış hatırlamıyorsam burada kırk çeşit çiçek olması gerekiyor. Her biri bir tanışma günümüze denk geliyor. Hepsinin anlamı farklı ve hepsinin anlamı birbirinden güzel. Fakat içlerinden en sevdiğim siyah gül. Onu bana verdiğinde, ondan sonra da bahçeye ekti elbette, demişti ki: “Sen o kadar güzelsin ki ölüm bile kıskanır seni benden. Bu gül tıpkı senin gibi. Onca birlikteliğimizden sonra bile keşfedilmemiş dünyaların var. Sen dünyama girdiğinden beri eski benden eser kalmadı. Daha canlı, daha güzel bakan, daha mutlu birine dönüştüm. Teşekkürler bunun için. Herkes bunun ölümü andırdığını söyler. Evet öyledir fakat bir şeyi gözden kaçırırlar. Ölümden sonrası yine tertemiz bir sayfadır. İşte sen benim için o sayfa oldun canım. Ölmüştüm, sonra sen geldin bana ve yeniden dirildim. Yeniden açtı kalbimin çiçekleri, sadece sana. Seninle tanıştığım için ne kadar şanslıyım anlatamam kimseye. Bu gül gibi olmaya devam et canım. İçindeki gizli yaşamı herkese davet et. Ben içtim güzelce ondan ve şu an ilk günki tanışmamız gibi alev alev yanıyorum.” Ahhh, nasıl unutabilirim ki. Bu gül onun bana son tanışma hediyesi oldu.
Artık o yok, bir anda bir araba aldı gitti onu. Onun burada daha anlatmadığım onca anısı var ki… fakat devam edemem… ellerim titriyor ve artık yoruldum. Her baktığım yer o, her kokladığım çiçekte onun kokusu, her yediğim yemekte onun elini hissediyorum. Gözüme yaşlar doluyor. Niye bıraktın gittin ki beni. Ne gereği vardı. Niye benden önce gittin… Hani söz vermiştin bana, hani senden önce ölmem demiştin. “Benim gitmeme dayanamazsın, senin ağlamana izin veremem” demiştin. Niye bozdun sözünü… Bakma bana öyle, gülme o tatlı gülüşünle bana. Dayanamıyorum artık anlasana beni. Niye gittin ki…
Hadi artık bu girdap içimi parçalamadan çık gel şu kapıdan, lütfen…