Rüya

Kısa Hikaye

Rüya

         Gecenin bir yarısı. Cırcır böcekleri doldurmuş etrafı. Hava oldukça aydınlık, etrafta ışık yok ve gökyüzü tertemiz. Yıldızlar çok iyi görünüyor. Havada hafif bir esinti var fakat sıcak hala baskın. Üzerinde bir tişört ve altında da kısa bir şort.

 

         Derin bir iç çekersin. Yıldızları izlemek ve çıkacak olan ayı beklemek oldukça zevklidir o an için. Yanı başında sallanan badem ağacının yapraklarındaki rüzgârı duyarken o gelir aklına. Tatlı bir özlem duyarsın bir an için. Biraz sonra ay çıkagelir. İçindeki özlem artmaya başlar. Arttıkça artar, arttıkça artar… Onu görmek istersin artık. Sesini duymak, yüzünü görmek, gözlerine bakmak, saçlarının savruluşunu izlemek, ellerini incecik saçlarında gezdirirken kokusunu içine çekmek…

 

          Zaman geçmemeye başlar. Onunlayken saatler saatleri kovalarken şimdiyse bir dakika bir yılmış gibi gelmeye başlar. Gözün telefona kayar. Eski mesajlara bakmaya başlarsın. Belki fotoğrafı varsa fotoğrafına. Bağrına basarsın ama nafiledir. Hiçbir şey özlemini gidermez, gideremez.

 

          Sonra yıldızlara geri çevirirsin başını. Orada aramaya başlarsın kendin bile fark etmeden. Gözlerin o kadar hızlı tarar ki o uçsuz bucaksız ışıklı halıyı, tüm yıldızları taramış olursun bile.

       

           Her yıldızla onu görmeye başlarsın ardından. Gülümseyişinin ışığı gelir gözlerine. Etrafından sesini duyarsın, rüzgârdan kokusunu alırsın. Aslında hiçbir şey farklı değildir beş dakika önceden fakat özlemin doğayla bir olup zihnini çekilmez bir duyguyla harmanlayıp mahveder.

 

            Yine derin bir iç çekersin. Eline geçirdiğin ilk yumuşak şeye boğarcasına sarılırsın. Öpersin seversin onu, oymuş gibi. Ardından konuşmalar başlar. Gülersin onla sanki o senleymiş gibi, hüzünlenirsin ve hüznünü ona anlatırsın sanki o oradaymış gibi. Yine bir süre sonra aynı hal yerini alır…

 

               Kalbin acımaya başlar yeniden, her şey yeniden başa sarmış gibi, üstelik bu katlanarak olmuş gibi gelir sana. Elinden bir şey gelmez. Kalbin acır, göğsün yanar. Sanki taş yutmuşsun gibi boğazın düğümlenir. Sonuç, sonuç yok. Sadece özlemek var.

              

                 Bir süre böyle dalmışken uykundan bir bip sesi uyandırır seni. Telefonun ışığı yanmıştır yanmasına fakat bu mesaj ondan değildir. Saçma sapan bir operatör mesajıdır. Boğazında kalır şevkin, daha da üzülürsün bir anlığına. Telefonu yerine koyduğunda hafif bir uyku basmıştır artık. Ama uyumaman gerekir. Uyursan onun söylediklerini kaçırırsın.

 

                Söz dinlemez ki gözlerin, söz dinlemez ki endişeli kalbin. Kaçışı uykuda bulur hep. Gözlerin ağırlaşmıştır, için içini yiyordur fakat bir yandan vücudun da sana baskı yapıyordur… derken o mesaj gelir. Bir umut alırsın eline telefonu. Dudakların kıvrılır hemencecik, yanakların sanki onlara pamuk şeker verilmiş gibi sevinirler, gözlerin telefonun ışığında parlar, biraz da gözlerin sulanır, kalbin sanki yerinden sökeceklermiş gibi çırpınmaya başlar. Evet, yeniden enerji dolmuşsundur. Uyku kalmaz, gece, gece olmaktan çok çoktan çıkmıştır. Artık vahanın ortasındaki bir göl gibidir. Herkesin isteyeceği ve elbette çok az kişinin erişebileceği bir yer. Sonra konuşmalar başlar ve klasik olaylar olur. Saat durmak bilmez artık. Sanki Flash’ın kucağında gidiyor insafsız.

              

                Fakat en güzel vakit o vakittir artık. Yıldızlar bir anda çok farklı görünmeye başlar sana, ay göz kırpmıştır sanki. Rüzgarlar senin etrafında orkestra kurmuş cırcır böcekleriyse şarkı söylüyordur sanki. Kuşlar ritimde, ağaçlar dans eder gibi sallanmakta olur. Artık gecen tamamlanmıştır.

 

                Son mesaj gelir… “İyi geceler, tatlı rüyalar canım.” Artık uyuma vaktidir. O andan sonraki uyunan uykuyu tarif etmeye ne kelimeler yeter ne de başka bir şey. Senin uyuman gerekir o duyguları yaşadıktan sonra. Sanki 40 yıl uyumamışsın da bugün uyuyabilirsin demişler gibi.

 

                 Evet, ay batarken artık sabahın gelme vakti ve o güneş gibi yeniden yeşermeden sabahına uyusan iyi olur…