SES

Bozkırkurdu ve içindeki sesin eşliğinde parçalara ayrılmış ruhunu arayan bir gencin hikâyesi. Ruhu bütün olabilecek mi? Yoksa parçalanmanın getirdiği gerçeklik altında ezilecek mi?

SES

                   Yağmurlu bir sabah vaktinde, her zaman uyandığı saatten çok daha erken bir vakitte uyandı. Henüz sabah demeye bile bin şahit lazım diye düşünüp baygın ve uykulu gözleriyle yatağının hemen önündeki büyükçe pencereden dışarı baktı. Güneşin ufuktan yükselip yükselmediği belli olmuyordu. Kendisini uyandıranın büyük ihtimalle şiddetli yağmurun sesi olduğu fikrindeydi.

 

                   Düşünceli ve bezgin bir hâlde bir süre tavana baktıktan sonra derin bir iç çekip elini yatağının yanında duran komodinin üzerindeki telefona uzattı. Saat altıyı biraz geçiyordu. Erken bir vakitte uyandığının farkındaydı ancak bu kadar erken olduğunu düşünmemişti. Ancak onun için bir kere gözünü açtıktan sonra, tekrar uykuya dalmak çok zordu. Bunun için, ne kadar istemese de yatakta biraz sağa sola dönüp uyumaya çalıştı fakat nafileydi. Bir türlü kafasını boşaltıp uykuya dalamıyordu. Aklına takılan binlerce soru vardı. Neden yağmur yağıyordu? Neden bu erken saatte uyanmıştı? Uyandığına göre en iyisi ne yapmaktı? Benzeri günlük soruların yanı sıra geçmiş ve geleceğe dair de soruları vardı. Hiçbirinin yanıtlanamaz olduğu doğruydu. Yanıtı bilinmeyen veya yanıtından tam emin olunamayan sorular sormakta üstüne yoktu. Yine derin bir iç çekip bu sefer temelli olmak üzere uyandı. Bir müddet yatağın üstünde öylece elleri dizinde, başı eğik şekilde oturduktan sonra nihayet yataktan kalkmayı başardı.

 

                    Kalktıktan sonra ilk iş olarak karanlık odayı aydınlatmak için lambaları yaktı. Ayağına terliklerini geçirdikten hemen sonra gıcırdayan parkelere basa basa banyoya doğru yola koyuldu. Sabah duş almaktan nefret ediyordu. Onun için akşamüstü alınan duş sonrasında rahat bir uyku gibisi yoktu. Her ne kadar doktoru ona, sinüziti dolayısıyla ıslak saçla yatmaması gerektiğini söylemişse de yıllardır bu tavsiyeye kulak asmıyordu. Kıyafetlerini çıkarıp kendini sıcak suyun altına bıraktı.

 

               Duşunu aldıktan sonra gelip masasının başına oturdu. Bu masayı gören herhangi birisi, sahibinin yalnız yaşadığını zorlanmadan tahmin edebilirdi. Teknoloji harikası bir oyun bilgisayarının yanında koleksiyon eşyası sayılabilecek bir sürü küçük figür vardı. Bilgisayarın hemen arkasında dağınık şekilde duran kâğıt yığını ve kitaplar bulunuyordu. Kazandığı paranın çoğunun bu masanın üstünde duran şeylere gittiğini biliyordu. Bilgisayarında sahip olduğu dijital ürünler, oyunlar ve daha fazlası giderlerinin ana kısmını oluşturuyordu ve hiçbir zaman yeterli sayıda oyuna sahip olduğunu hissetmiyordu. Her zaman daha yenisi ve daha iyisi vardı. Sonuçta bu makine, onun tek eğlence kaynağıydı. Gecenin bir saatine kadar türlü türlü fantezilerini deneyebildiği oyunlarıyla mutluydu.

 

 

 

           Sabahın erken saatleri olmasından dolayı bilgisayarını açıp neler var görmek istedi ancak açtıktan sonra canı hiçbir şeyi oynamak istemiyormuşçasına ekrana baktı. Sanki tükettiği onlarca oyundan sıkılmış ve yeni bir tüketim aracı istiyormuş gibiydi.

 

-Tüketmeliyim.

 

Dedi boğuk ve yalnız kendisinin duyabileceği bir sesle

 

Hayatının tüketimden ibaret olduğunu adı gibi biliyordu. Oynadığı her oyun, izlediği her film ve okuduğu her kitap onun için sadece onu, daha çok para kazanmaya ve daha çok eğlenmeye itecek birer araçtı. Tüm medya araçları, onun için daha fazla tüketime yol açmalarını istediği birer tüketim aracıydı. Bunun böyle olmasını isteyip istemediğini ise kendisi dahi bilmiyordu. İçindeki cılız bir ses ona bunun yanlış olduğunu söylese de çoğunluk ona kulak asmıyordu. Bilgisayarındaki dosyalara göz atmak için “Yazılar” adlı klasöre tıkladı. Üniversite hayatı boyunca ürettiği, sayısı iki elin parmağını geçmeyen, onun gözünde birkaç müsveddeden ibaret olan bu yazılar, içindeki cılız sesin birer emaresiydi. İçlerinden beğendiği bir yazıyı dergilere bile yollamıştı, kabul edilirse yazmaya devam etmek istediği anlar olmuştu. Ufak çaplı dergiler kabul etti ama her ay yeni bir yazı çıkaracak derecede üretkenliği olmadığını düşüyordu. İçindeki cılız sesin fikri ise bambaşkaydı. O, üretkenliği dolayısıyla değil de disiplinsizliği ve sürekli tüketmeye çalışan ruhunun oburluğu yüzünden tembel olduğunu düşünüyordu. Eğer ruhunu iyi bir diyete sokarsa gerçekten güçlü bir kalem olabilirdi. Lakin bunun için gereken iradenin kendisi gibi cılız bir sesten ibaret olduğunu biliyordu.

 

                   Bu düşüncelere daha fazla kendini kaptırmadan kafasını silkip kararlı bir şekilde bir Word dosyası açtı. Her ne kadar yapmayı istemese dahi derin iç çekip yazmaya başladı. Ellerinin, klavye tuşları arasında bir bal barısı gibi konup kalkışını, her harften ve kelimeden ayrı birer nektar toplayarak yazıyı meydana getirmesini şaşkınlıkla izledi. Öyle ki yazıyı kendisinin yazdığından bile şüpheliydi, sanki elleri ve zihni düşünceler ile dolup taşmış ve yazmıştı. Zihni bilgisayarın ekranına bir kartalın avına kitlendiği gibi kitlenmişti. Yarı uykulu, melül gözlerle gamma ışınlarına maruz kalmaktan gözleri kan çanağına dönmüş, neredeyse pörtleyip yuvalarından çıkacak hâle gelmişti. Buna rağmen göz kırpışları arasındaki süre olabildiğince fazlaydı. Otuz dakika kadar bu pozisyonda yazısına devam ettikten sonra sandalyesinin arkasına yaslanıp bir güzel esneyerek gözlerini ovuşturdu. Yazıya yeni başladı sayılırdı ancak kendisine göre, bu süre zarfında iyi bir ilerleme kaydetmişti. Odaklanmış hâlini bozup yazdıklarını okumaya koyuldu. Yazım yanlışlarını ve anlatım bozukluklarını düzelttikten sonra işini bitirdiğini varsayarak bilgisayarını kapattı.

 

                Saat yediye geliyordu. Karnının guruldamasından kahvaltı etmesi gerektiğini anladı. Bu saatlerde uyanık olmaya alışık olmadığı için hayatında kahvaltı diye bir öğün pek yoktu. Aylar sonra yapacağı ilk kahvaltı için iyi bir yer seçeyim diyerek bir börekçiye gitmeye karar verdi. Yola çıkmak için pijamalarını değiştirmeye koyuldu. Çevresindeki herkese garip gelse de pantolon giymeden köşedeki markete gitmeye bile utanan birisiydi. Kendisine evde giydiği rahat pijamalarla dışarı çıkmayı bir türlü yakıştıramıyordu.

 

-Sonuçta pantolon dışarıda giyilir, pijama evde

 

 dedi kendi kendine.

 

Yine, genel görüşlerin aksine renkli giyinmeyi severdi. Her renkten bir pantolonu ve gömleği olsun istiyordu. Bir arkadaşı onun bu görünümüne isyan edip şöyle demişti:

 

“Siyah ve beyaz uyumu önemlidir. Hiç kız arkadaşın olmamasına şaşmamalı. “

 

-Siyah ve beyaz uyumuymuş, hem bunun kız arkadaşla ne ilgisi var? Kırmızı pantolon üstüne yeşil gömleğin nesi yanlış ki?

 

Dedi kendi kendine, sinirli bir şekilde.

 

Yeşil bir pantolon üstüne turuncu bir tişört giyip kahvaltı için dışarı çıktı. Şemsiyesi olmadığı için yeşil kapüşonlusunu giydi ve ıslak merdivenlerden aşağı inmeye başladı. Kaymamak için tırabzanı tutuyordu, zira giydiği ayakkabılar spor ayakkabılardı ve bu tarz yağmurlu havalara göre tasarlanmamışlardı.

 

-Yine çorapların sırılsıklam olacak. Şu aptal botlar ve mont ihtiyacın olduğunda nerede olur ki zaten?

 

                         Kışlık kıyafetlerini, artık nasıl olsa kış bitti diye İstanbul’a gelmeden önce evde bırakmıştı. Bu kış onları çok az kullanmıştı ve dolayısıyla ocak ayındaki ara tatilden sonra eve döndüğünde montunu, botlarını ve kazaklarını yanında götürmüş ve geri getirmemişti. Şubat ayının ortasında, kışın aniden bu soğukla döneceğini kimse düşünmemişti. Geçen hafta ayak bileğine kadar yağan karı ve o soğukta kışlık kıyafetleri olmadan geçirdiği vakti çok iyi hatırlıyordu. Bu durum karşısında suçlayacak bir tek kendisi vardı. Kendi başına verdiği kararların sonucunun hep böyle kötü bittiğini bitiğini bilmesine rağmen başkalarını dinlemek ve onlardan tavsiye almaktan daha çok nefret ettiği hiçbir şey yoktu. Yine kendisini suçlayarak ve kendine sesli bir şekilde söverek merdivenlerden inmeyi başardı.

 

              Ayakkabıları ile yollarda oluşan su birikintilerine basmamak için yeri geldiğinde zıplayarak, yeri geldiğinde ise kaçınarak bir şekilde ıslanmadan börekçiye vardı. İki tane kıymalı kır pidesi. Klasik, ne zaman kahvaltı yapacak olsa bunları alır yanına da bir vişneli meyve suyu içtiğinde güne hazır hâle gelirdi ancak son aylarda meyve sularının fiyatları da giderek artmıştı. Bir zamanlar bir buçuk lira olan meyve suyunun, şu an dört buçuk lira olduğuna kendisi bile inanamıyordu. Siparişini zoraki bir nezaket ve kısık sesle söyledikten sonra iç çekip kapıdan uzak bir masaya oturdu. Karşısındaki televizyona dalgın gözlerle baktı. Haberlerden çok ekranın sağ altında yazan döviz ve altın kurları ile ilgileniyordu. Siparişini getiren börekçiye ufak bir teşekkür ettikten sonra televizyonu seyrederek kahvaltısını etmeye koyuldu. Ufak bir seyirden sonra sıkılıp telefonunu çıkardı ve sosyal medyada dolaşmaya başladı. Haberler televizyondakilerle aynı şeydi. X siyasisi Y siyasisine şunu dedi. Şu çocuğa tecavüz edildi veya şu kadın şurada öldürüldü. Her gün sosyal medyada aynı haberleri okumaktan bunalmış ve artık ülkenin bu durumunu kanıksamıştı. Beş-on tweet okuduktan sonra meyve suyundan son yudumunu alıp masadan kalktı. Hesabı ödemeye geldiğinde ise karşılaştığı fiyattan pek memnun değildi.

 

-Yine zamlanmış

 

diye geçirdi içinden. Geçen aylarda aynı siparişin on lira tuttuğunu hatırlıyordu, şu anki hesap ise on iki liraydı. Çoğu insan bu fiyatı, muhtemelen kendisini reflü edecek bir kahvaltı için çok bulurdu ancak o, pek aldırış etmeden parayı ödeyip çıktı. Saat 7.35’ti. Hâlâ çok erkendi ve ilk dersi 11’de başlıyordu. Yapacak pek bir şeyi de olmadığı için kitap okumaya karar verdi. Hızlıca, ıslanmamaya dikkat ederek odasına döndü. Islak pantolonunu değiştirip masasına oturdu. Onlarca kitap vardı, sözde hepsini okuyacaktı ama elinde fırsatı varken dahi kitaplarını okumayı hep geciktirmiş, günlük eğlencelerini daha ön plana koymuştu. Her sene sonunda evine yüz civarı kitap taşıyordu. Onunu okuduğunda kendini çok okumuş sayıyordu. Evinde binlerce kitabın olduğu dev bir kütüphanesi vardı zaten, neredeyse hepsi ailesinin katkısıyla oluşturulmuş olsa da kendisinin de birkaç yüz kitap alıp kütüphaneye eklemediği söylenemezdi. Masasında duran kitaplara bir daha göz attı, ilginç kitaplar vardı. İlk bakışta ilgisini çekip okumak isteyeceklerini kendince şöyle sıraladı: Cahil Hoca, Bozkırkurdu, Görünmez Kentler ve Karahindiba Şarabı. Gözünü Bozkırkurdu’na kestirdi ve eline alıp arkasına yaslanıp okumaya koyuldu.

 

-Bir Hesse romanı daha ha?

 

Diyerek okumaya başladı. Gözleri ara ara dalıp okuduğu yeri kaybetmesine yahut okuduğunu düşündüğü kısımlardan bir şey anlamamasına sebep olsa da otuz sayfa okumayı becerdi. Kitabı masasının üstüne koydu ve üstüne düşünmeye başladı. Garip bir kitap olduğu kesindi ama “Yalnızca kaçıklar için mi?” okumaya devam etmeye değer diye düşündü. Bir bardak su içip saate baktı 8.45. Hâlâ bolca vakti olduğundan okumaya devam etmeye karar verdi.

 

            “Yalnızca kaçıklar için” cümlesini oldukça sık görmeye başladığında roman gittikçe tuhaf bir hâl almaya başladı. Daha önce okuduğu hiçbir kitap, şu an hissettiği merak, heyecan, korku ve tiksinti hislerini beraber verememişti. Okuduğu her cümlede kendi ruhundan bir parça, bir kalıntı buluyordu. Zihninde kendini bir bozkırkurdu, bir Harry Haller olarak görmeye başlıyordu. Her cümle ile beraber, içindeki sesin aslında bir kurdun sesi olduğunu, ruhundaki ataletin aslında varlığını bilmediği o kurdun yalnız kalma ve özgür olma hissi olduğuna daha çok inanıyor ve kendini bir bozkırkurdu kılıfına sokmaya başlıyordu. Sonunda, sonunda kendini tarif eden bir kitap, bir sıfat bulmuştu. Ruhu, kış uykusuna yatmış bir kurttu hiç şüphesiz. Ruhundaki ataletin ve cılız sesin başka bir açıklaması olamazmışçasına kafasını kitaba gömdü ve okudukça okudu. Belli bir süre okuduktan sonra kitaptan kafasını kaldırdı. Masasına doğru baktı. Şaşırdı, daha önce göremediği bir şey dikkatini çekti. Kalktı yanına gitti. Dokunmaya çalıştı ama tutamadı. O şeyin ne olduğuna dair bir fikri yoktu ama ona yaklaştığında içinde bir ürperti uyanıyordu. Bir tanesini daha yatağında fark etti. Bir başkası da telefonundaydı. Bu şeyleri neden şimdi görebilmeye başladığını düşünmeye çalıştı, bir sonuca varamadı. Parça parça oldukları için onlara kısaca “parça” demeyi uygun gördü. Kitabı tekrar eline almaya çalıştığında kitapta da bir parça gördü. Şimdiye kadarkilere kıyasla büyükçeydi. Kitabı okumaya devam etti. Bozkırkurdu’nun her kriziyle yeni parçalar belirmeye başladı. Öyle oldu ki kitaptaki parçalar birleşip kendi bütünlerini oluşturdular. Bu türlü birleşimlerini görmek ona tüm parçaların bir bütünden koptuğu fikrini uyandırdı. Yalnız bu fikri içinde, o cılız iç sesinin geldiği yerde, bir parça hissetmesiyle bir farkındalığa dönüştü. Baştan savma bir düşünceydi diyerek bu farkındalığı yok etmeye çalıştı. İnat ettikçe etti ama o içindeki cılız ses olağanca gücüyle bağırıyor ve yanılmadığını söylemeye çalışıyordu. Sesi gür değildi ama yine de onun kulağının dibinde vızlayan bir sivrisinek gibi rahatsız ediciydi. Bir türlü bu sesi ve bu ürpertici farkındalığı görmezden gelemiyordu. İçindeki sesi bastırmaya hatta boğmaya çalıştı. Bu esnada içindeki parçanın çınladığını fark etti. Hemen ardından etraftaki diğer parçalar da çınlamaya başladı. İçindeki sesin rahatsız edici vızlayışı şok edici bir senfoniye dönüşmüştü ve hepsi bir ağızdan tek bir şeyi ima ederek çınlıyorlardı. Bu parçalar onun ruhunun parçalarıydı.

 

            Bu imkânsız gerçeklik zihninde dakikalar boyunca yankılandı. Zihni artık başka hiçbir gerçekliği kabul etmiyormuşçasına dakikalarca kapalı kaldı. Tekrar uyandığında kafasında parçaların çınlaması hâlâ devam ediyordu. Elini istemsizce karnına doğru götürdü ve kaybolan parçaları hissetmeye çalıştı. Anlamsız bir şey yaptığının farkına vararak durdu ve etraflıca düşünmeye başladı. Ruhu dağılmış mıydı? Yoksa hiç bütün olamamış mıydı? Gözlerini kısıp gergin bir şekilde ayağa kalktı. Cevap aramak için parçaları yoklamayı denedi ama başarılı olamadı. Kitaptan yardım alacağını düşündü. Bozkırkurdu olduğunu fark etmesine rağmen okuduğu hiçbir satır sorularına cevap vermiyordu. Bir anda içindeki sesi düşündü. Bunlar onun parçaları mıydı? Daha kaç parçası vardı? Ruhu nasıl bir bütün olacaktı? Bir sürü sorusu vardı. Cevap vermesi en kolay sorunun ikincisi olduğunu düşünüp hızla dışarı çıktı.

 

            Saat 10.30’du. Kitabı da yanına alıp kafasındaki düşüncelerle okulun yolunu tuttu. Bu sefer okulun kapısından girdiğinde, benliğinin başka boyutlarından birine geçiş yaptığını hissetti.  Bu okul, bu bina, bu bahçe, hepsinin, dağılmış parçalanmış benliğinin birer parçası olduğunu yavaş yavaş fark etmeye başlıyordu. Bu farkındalık arttıkça adımları yavaşlıyor, nefesi daralıyor ve korkuyordu. Bu denli parçalanmış ve etrafa yayılmış bir ruhu olduğunu hiç düşünmemişti. Bir anda gözlerinden tüm kan, derisinden tüm renk çekilerek hiçbir zaman bunca parçayı bir araya toplayıp bir bütün olamayacağının, asla tam olarak kendisi olamayacağının gerçekliği altında ezildi. Bu gerçeklik her adımında daha çok üstüne geliyordu öyle ki artık bir noktadan sonra ayağını kaldıramaz hâle geldi. Üst kattaki dersliğe çıkmaya çalışırken merdivenlerde bir vakit durdu ve daralan nefesini toplamaya, alnındaki soğuk terleri silmeye çalıştı. Elleri dizlerinde eğik bir vaziyette, sanki saatlerdir ağır bir iş yapmış da yorulmuş bir işçi misali beklemeye koyuldu. Bir zaman sonra kalp atışlarının sakinleştiğinden emin olup derin bir nefes aldı ve doğruldu. Doğrulur doğrulmaz ağır turuncu kapıyı açtı ve dersliğine doğru yola koyulmaya başladı. Bu katta herhangi bir parça görmediğinden içi rahatladı. Adımlarını rahat rahat ancak hep beklemediği bir yerde birçok parça görecekmişçesine dikkatle attı. Dersliğin kapısında bir süre bekleyip insanları süzdü. Her zamanki yüzler; isimleri ve kişilikleri önemsiz birtakım insan. Hiçbir yerde bir parça göremedi ve garipsedi. Ne diye vaktinin çoğunu geçirdiği bu derslikte hiç parça yoktu da neredeyse hiç vakit geçirmediği yerlerde parçalar vardı? Bunu düşünürken arka sıralardan birine oturdu. Çok geçmeden yanına pek muhatap olmak istemediği ama mecburen samimi olduğu insanlardan biri oturdu. Uzun siyah saçı, küpesi, garip deri giyimi ve yabancı kültürlere yüzeysel ilgisi ile hemen dikkat çekiyordu ancak pek sosyal biri sayılmazdı. Anlaşılan kimse, onun insanı öldürürcesine dikine bakan gözlerinden, ağır abi duruşunun altında yatan uzun saçlı, deri giyimli görünüşü ile kadınlardan başka hiçbir şeyi umursamayan entel tavrı tezat oluşturan Kadıköy marjinali davranışlarından, dejenereleşmiş, adeta Tanzimat romanlarındaki yanlış Batılılaşmış gülünç karakterlerin modern hali olan hareketlerinden hazzetmiyordu.

 

            Mecburen muhatap olmak zorunda kaldığı bu kimseyle iyi anlaşmak zorunda olduğunun gayet farkında olarak çok da üstelemeden ve cıvıklaşmadan havadan sudan, dizilerden ve kadınlardan ayak üstü birkaç dakika konuştu ancak bu konuşmaya devam etmek istemediğini, dikkatini bir noktaya odaklayıp başka düşünce âlemlerine dalarak belli ettikten sonra, karşısındaki de o marjinal havasını bozmadan saçını arkaya atıp oturdu. Sonra, dikkati, beklemediği bir “İyi görünmüyorsun, bir şey mi oldu?” cümlesi ile bozuldu.

 

            -Yok ya, bir şey yok. Diyerek geçiştirdi fakat karşısındaki üstelemeye çalışarak ona karşı olan ilgisini göstermeye çalışıyormuşçasına “Emin misin? Rengin falan solmuş gibi geldi bana. Bir şey lazım olursa söyle” kelimelerini döktü.

 

            -Sağ ol. Cümlesiyle kısaca bu gereksiz gördüğü ilgiyi ve samimiyeti başından savdı.

 

Karşısındakinin birkaç cümle daha söylemek üzere olduğunu gördü fakat o da bu umursamaz tavırla karşılaşınca boşa kürek çektiğini anlayarak vazgeçti. Onun yerine neşelendirme çabası gütmeye çalıştı ve dirseğiyle koluna vurarak “Hey! Şu kızı görüyor musun? Tam bir Kezban bak tipinden belli” dedi. Kolu darbenin etkisiyle hissizleşince istemsizce başını o kızın olduğu tarafa çevirdi. Baktı, baktı ve bahsedilen tipolojiye ait bir şey göremedi. Sıradan kapalı kızlardan birisiydi işte, renkli, parlak yeşil gözlerine, gözleri ilişince tam o sırada aklından geçirmekte olduğu burası zaten onun gibilerle kaynıyor düşüncesi bir anda silindi. Kızın güçlü, otoriter bakışlarının altında kıvrandığını hissedince çekingen doğası devreye girdi ve onu gözlerini kaçırmaya zorladı. Yanındaki, düşüncesini onaylamak istiyormuşçasına ona döndü ve “Ee!” dedi.

 

            -Normal bence. Gözleri güzelmiş. Diyerek içinden geçenleri söyledi.

 

Yanındaki pek memnun olmamış olacak ki haklı olduğunu kanıtlamak için konuyu değiştirerek “Peki şu? Güzel! Değil mi?” Dedi. Gözlerini bir kez daha hedefe çevirerek baktı. Bu yüzü daha önce bu sınıfta görmediğini anımsadı fakat niyeyse aşırı tanıdık bir siması varmış gibi geldi. Kim olduğunu çıkarmaya çalışırken yanındakinin anlatmakta olduğu, o kızla nasıl vakit geçirmeye çalıştığı ve şimdiye kadar neleri denediğinin hikâyesini zihninde arka plana alarak önündeki kıza odaklandı. Gözleri, kızın küt seviyesinden biraz daha uzun olan sarı- kumral gün doğumu rengindeki saçlarında kayboldu. Kız, bir an ona dönünce gözleri istemsizce buluştu. Onun firuze gözleri ile kızın gözlerinin çeperlerini çevreleyecek kadar büyük, ince ve yuvarlak gözlüğünden belli olacak kadar parlak kahverengi gözleri birbirine ilişti. Asırlardır ona bakabilecekmiş gibi hissettiğinde, yanındaki “Daha ne kadar keseceksin be?” diye böldü bu buluşmayı.

Kendine geldiğinde bakışlarının kızın üstünde yaratabileceği korkutucu etkiyi düşünerek kendini geri çekti. Ancak o bakışlara bir hasret duydu. Bakmak için tekrar kafasını çevirdiğinde içindeki parçanın çınladığını hissetti. Bu sefer bu çınlamayı daha sakin bir şekilde karşıladı. Yalnız bu sefer başka bir çınlama sesi daha işitti. Hemen ardından kendi parçası, karşılık olarak bir daha çınladı. Diğer sesin nereden geldiği bulmak için alelacele sağa sola baktı. Göremedi. Ayağa kalktı dersliğin etrafını dolaştı ve az önce baktığı hafif uzun küt saçlı, ince kızın içinde bir parça gördü. Çınlıyordu fakat kızın bundan pek haberi varmış gibi durmuyordu. Bu, başka insanlarda gördüğü ilk parçaydı. Ne olduğunu anlamadı ancak bu işi çevresindeki insanlara belli etmemesi gerektiğini düşünerek hızla derslikten çıktı. Koridordaki kanepelerden birine oturdu ve düşünmeye başladı. Başka insanlarda da kendi ruhuna ait parçalardan olması mümkün müydü? İmkânsız diye bu seçeneği eledi zira o kızı daha yeni görmüştü. Aralarında hiçbir olay olmamıştı ki onu parça taşımaya değer kılsın? Peki niye yıllardır katlandığı o marjinalde parça yoktu? Kesinlikle emindi ki onunla, o kızdan daha çok şey yaşamış, daha çok vakit geçirmişti? Neden diye diye kendini yerken kafasını yaklaşmakta olan ayak seslerine çevirdi ve demin gördüğü kızın, yanındaki marjinal ile çıkıp geldiğini fark etti. Birbirleri ile o kadar fazla tezat oluşturuyorlardı ki onları yan yana görünce bu zıtlığı havsalası almadı. O kadar naif, asil ve zarif 1.65 boylarında 50-55 kilo kadar ancak olan incecik kızla yanında dejenere bir barzo görünce tuhaf bir gülme dürtüsü geldi fakat bu eylemi gerçekleştiremeden düşünceleri, marjinalin “İyi misin bro? Bir tuhaf oldun. Sabah da pek iyi değildin” Diye sordu. Fakat soruya pek dikkat etmeden elini kafasının arkasına götürüp gülerek

 

-İyiyim ya bir an bayılacakmış gibi oldum. Güneş geçti galiba yolda yürürken. Güneşe alerjim var benim, biliyorsun. Burnum falan kanar güneşte fazla kalınca. Bu arada seni burada ilk kez görüyorum. Yeni misin?

Diyerek kıza döndü. Kız okların kendine dönmesini bekliyormuşçasına kafasını salladı ve ince, soprano ses tonuyla kendinden emin ve ağırbaşlı bir şekilde asil duruşunu, zarif tavrını ve naif havasını bozmadan evet dedi. “Yeni transfer oldum.” İstanbul Üniversitesi’nden yatay geçişle geldim. Beyza ben.” Diyerek elini uzattı. El sıkıştılar. Kızın içindeki parçanın biraz daha büyüdüğünü fark etti. Ancak dikkati, derinleşen okul muhabbeti tarafından kesildi. Marjinal yine kendi okulunu ve çevresini yermekle meşgulken o da Beyza’ya çaktırmadan onu ve içindeki parçayı izlemeye, düşünmeye çalışıyordu. Fazla derinleşmeyen muhabbet, yolda dersi başlatacak olan hocanın görünmesiyle son buldu. Tekrar dersliğe girildi ancak yeniden arka sıraya oturduğunda kafasında ders ile ilgili olmayan her şey vardı. Düşüncelerini toparlayıp dersi dinlemeye kendini veremiyordu.

 

            Kafasının içindeki bu bit yeniği, beynine bir sülük gibi yapışıp tüm kanını çekiyor ve başka hiçbir şeye odaklanmasına fırsat tanımıyordu. Cevap veremediği onca sorunun eşliğinde düşüncelere dalmış, kendini dünyadan istemsizce de olsa koparmıştı. Her düşünüşünde bu sorular iyice demlenip daha da içinden çıkılmaz bir hâle bürünüyordu. İlk gençlik yıllarının başında, böyle bir gerçeği hazmetmenin hatta gerekirse ortadan kaldırmanın getirdiği kaçınılmaz ve görmezden gelinemeyen sorumluluğun altında parçalanışını hissedebiliyordu. Bir yandan bu parçaların ruhuna ait olduğu gerçeği, sadece kendisinin aklına kazınmış bir kuruntuymuş gibi hissediyordu ancak içindeki sesin gitgide gürleşmesi ve zaman zaman kendisini dahi bastıracakmış gibi olması, bu kuruntunun saf gerçekten başka bir şey olmadığını gösteriyordu. Her ne kadar bunu kabullenmenin sorumluluğunu istemese de içindeki merak hissi, bu gerçeği öğrenmezse kesinlikle durmayacaktı. Bu parçalarla ne yapabilirdi? Beyza bir ipucu muydu yoksa bulmacanın anahtarı mıydı?

 

           Benliğini nasıl tekrar bir bütün hâline getirebilirdi? Tarzı sorular kafasında yankılanırken daldığı bu düşüncelerden yanındaki marjinalin dürtmesiyle irkilerek uyandı. Kafasını refleks olarak ona çevirirken marjinal tahtayı işaret ederek “Bu hafta bunu yapacakmışız. Yine sendeniz anlaşılan” Dedi. Kafasını tahtaya çevirdi yazanları okudu. “W. Faulkner: Emily’e Bir Gül” “Ee, ne yapmamızı istiyor bu kitapla?” diye sordu marjinale. Marjinal, kafasını hafif sağa eğip gözlerini hafiften düşürerek sorgular gibi bir bakış attı ve “Dersi dinlemedin mi?” diye sordu. “Dalmışım ya” diyerek soruyu başından savmaya çalıştı ancak hemen ardından gelen “Tüm ders boyunca da dalamazsın be abi!” çıkışıyla karşı karşıya gelince savunmasız kaldığını fark etti ve bir cevap veremedi.  “Neyse” diye iç geçiren marjinal, tekrar eliyle tahtayı işaret ederek “O hikâyeyi Emily’nin gözünden yazmamızı istiyor” Bunu önce ilginç buldu ancak kısa bir süre sonra fikrin kendisi garip gelmeye başladı. Daha önce bu tarz bir işe girişmemişti.