Sineklerin Tanrısı
Kitap, gelecekteki nükleer savaş sırasında yaşları 6-12 arasında değişen Britanyalı çocukları güvenilir bir yere taşıyan uçağın vurulup ıssız bir adaya düşmesi ile başlıyor.
Sineklerin Tanrısı
Kitap, gelecekteki nükleer savaş sırasında yaşları 6-12 arasında değişen Britanyalı çocukları güvenilir bir yere taşıyan uçağın vurulup ıssız bir adaya düşmesi ile başlıyor. Bu uçak kazasından hiçbir yetişkin kurtulamamış, adada sadece çocuklar vardır. Çocuklar ilk başta buranın aynı Mercan Adası kitabındaki gibi olduğunu ve olayların da Mercan Adası'ndaki gibi gelişeceğini düşünerek sevinirler ama olaylar pek de öyle ilerlemez. (Robert Michael Ballantyne’s ait Mercan Adası' nda, gemileri pasifik okyanusunda battıktan sonra ıssız bir adaya sığınan ve bu adada Büyük Britanya uygarlığının başaralı bir mini versiyonunu inşa etmelerini konu alır.) Çünkü, Mercan Adası' ndaki mesaj uygarlığa bir kez kavuşulduğu zaman çocukların bile başarılı bir şekilde bunu sürdürebileceği hatta yeniden inşa edilebileceği yönündedir fakat Sineklerin Tanrısı' nda ise bir grup çocuğun iktidar mücadelesi, gruplaşmaları, içlerindeki kötülüğün ortaya çıkması ve bir uygarlık muhakemesi vardır. İnsanların başlarında onları denetleyen ve gözetleyen birileri olmadıkları zaman yavaş yavaş kendi salt kişiliklerinin gün yüzüne çıkması, iyi olanın saf iyi, kötü olanın da saf kötü olduğunu görürüz Sineklerin Tanrısı'nda.
Bu kitabı seçmemdeki ana neden ise tüm insanların içinde bulunan iki ana duygunun/dürtünün çocuklar üzerinden çatışması/anlatılmasıdır: kurallara göre yaşama, barış içinde hareket etme, ahlaki emirlere uymaya karşın başkaları üzerinde egemenlik kurmak, güç elde etmek ve şiddet uygulamak. Kitapta karakterler ve semboller üzerinden yoğun bir simgesel anlatım vardır. Yazının devamında karakterlerden ziyade olayları hafif spoiler içerikli bir şekilde incelemeye devam edeceğim.
Öncelikle kitapta çocukların büyükler ve küçükler olarak ikiye ayrılması da aslında sadece yaş odaklı bir sınıfsallaştırma değildir. Hiyerarşik bir yapı vardır burada. Büyük çocuk olarak belirtilen ve isimleri olan kısım genelde konuşmalarda söz hakkı alıyor ve faal olarak karar alabiliyor ama küçükler kısmına baktığımız zaman yönetimde herhangi bir söz hakkı yok, fikirlerini dile getirmek isterlerse her zaman dinlenmiyor, alaya alınıyorlar, onlara ne verilirse onu kabul etmek zorundalar. Küçük çocuklar toplumun alt tabakasını, yöneten değil de yönetilen, pek de önemli olmayan kitleyi temsil ediyor. Kitapta olduğu gibi gerçek hayatta da alt sınıfa mensup insanların hayatlarının pek değerli olmadığını, ölseler yahut başlarına bir şey gelse bile önemli olmadığını görürüz.
Her gün binlerce evsiz insan ya da pek bir vasfı olmayan binlerce insan ölüyor ama kimsenin bundan haberi olmuyor, olsa bile ne kadar üzülüyor tartışılır. Kitapta bunu en net şekilde yüzü şarap lekeli çocuğun ölümünde görüyoruz. Ortadan kaybolduktan bir süre sonra fark ediliyor ama kimse umursamıyor, aramaya çıkmıyor. Hatta kitabın sonunda ölen çocuk sayısı verilirken iki deniyor ve yüzü lekeli olan çocuk sayılmıyor. Ayrıca bu belirtilen sayı büyükler kategorisine ait olan Piggy ve Simon’dır, çocuklardan başka ölen ya da kaybolan var ise de bilinmiyor.
Ayrıca kitapdaki olaylar Giorgio Agamben’in ‘’Egemen ve Kamp’’ terimlerine göre de yorumlanabilir. Agambene göre egemen belli sınırlar dahilinde güç kullanma hakkına, hukuk ve hukuk dışının sınırlarını belirleme hakkına sahip ve gerekirse hukuk’u askıya alabilen kişidir. Hukukun askıya alınması içinse bir devletin ya da toplumun varlığını tehdit eden istisnai durumlar olmalıdır. Agamben bu istisnai durumları da kamp diye tanımlamıştır. İstisnanın pratiğe döküldüğü yerlerdir bu kamplar.
Artık herhangi bir hukuk ya da anayasadan söz edilemez, Kendi anayasal düzenlemeleri vardır ama bu düzenlemeler egemenin kurallarıdır ve egemen olan kişi ya da kişiler ne yapmak istiyorsa, ne kural koymak istiyorsa, onu görürüz bu kamp alanlarında. Kampın inşası genel olarak toplumsal durumun alt üst olması ile olur. Ama bu kamp alanları bir anda inşa edilmez, bu bir süreçtir. Agambene göre yasa/hukuk bir kere askıya alındıysa ve kamp inşa edildiyse artık cinayet dahil her şeyin olabilirliğinin önü açılmıştır.
Kitaba geri dönecek olursa Jack ve ada üzerinden bunu yorumlayabiliriz. Uçak kazası çocukların başına ekstrem bir olay meydana getirmiştir. Artık başlarında onlarla ilgilenen onları denetleyen yetişkinler yoktur ama buna rağmen hayatlarını devam ettirip bu durumda kurtulmalılardır. Çocuklar belli başlı kurallar koyup görev dağılımı yapar ama Jack bunlara pek uymaz. Barınakların yapımına yardım etmek yerine avcıları ile birlikte avlanmayı tercih eder. İşte tam olarak burada başlar Jack’ın egemenlik süreci. Daha sonraki süreçte yavaş yavaş kırılma noktaları olur, kuralları kendi için esnetmeye yahut hiçe saymaya başlar. Örnek olarak: Ateşi yanık tutmak için görevlendirilen ikizleri alıp ava gider ve sonrasında gelişen olaylar için sorumlu tutulmayı reddeder. Tüm bu süreç Jack’ın egemen bir diktatör haline ve adayı da onun kamp alanı haline getirir. Kimse yaptıklarını sorgulayamaz, istediği gibi davranır, istediğini bağlayıp döver çünkü o artık bir şeftir! Kitabın sonlarında Jack’ın egemenliği öyle bir hal almıştır ki tüm adayı yakma pahasına Ralph'i yakalamaya çalışır. Bu çok sıkıntılı bir durumdur çünkü ada çocukların yaşam kaynağıdır. Beslendikleri meyveleri, avladıkları domuzları, içtikleri suları hatta barındıkları yerleri bile adadan temin ederler. Eğer denizciler çocukları bulmasaydı birkaç hafta içinde açlıktan ölebilirlerdi.
Jack’ın bu durumu egemen ve kamp kavramları için iyi birer örnek olmakla beraber kin sosyolojisi için de güzel birer örnektir. Kin sosyolojisi, kendine zarar vermek pahasına başkalarını mahvetmeye gönüllü olan topluluğun davranışlarını anlamak için önemli bir ipucudur. Ayrıca Jack’ınki gibi otoriter rejimlerde korku bir yönetim aracı olarak kullanıldığı için kin siyaseti çok kolay uygulanmaktadır.
Özetleyecek olursak, Sineklerin Tanrısı asla bir çocuk romanı değildir. İnsanın belki de varoluştan gelen en derin içsel sorunlarının konu alındığı bir muhakeme romanıdır. Bu kitabı seçmemdeki asıl neden ise kitabın son cümlesini okuduktan sonra çocukların başından geçen her şeyi kendimle ve içinde bulunduğum toplumla özdeşleştirmem. Ne kadar ben ne kadar biz diyebiliyoruz günlük yaşamda. Topluluğun yararı için ne kadar kendimizden, arzularımızdan fedakârlıkta bulunuyoruz. Aslında kitabı okurken her karakter ile kendimizi özdeşleştireceğimiz bir an, bir parça buluyoruz. Kimi zaman Sam ve Erick gibi bir grubun parçası olmaya o kadar alışıyoruz ki kendi başımıza var olamıyoruz, kimi zaman Simon’ın samimiyetiyle yaşarken Jack’ın hırsıyla bencilliğiyle hareket ediyoruz. Tüm bu duygularla birlikte hayatımızı nasıl devam ettireceğimizi, içimizde yanan ateşi ne yönde canlı tutacağımızı bizler seçiyoruz. Canavardan korkup onu kabul mu edeceğiz yoksa sineklerin tanrısı ile yüzleşme cesaretini gösterebilecek miyiz? Ve umarım her şeyin sonunda içimizdeki ateş adayı yakmak yerine bizleri kurtarır.